Fransa: Bir Sınıf Mücadelesi Olarak Sarı Yelekliler! – Güneş Gümüş

Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi Macron iktidarını dağıtmış, dünya çapında ilham olmuşken bizler bir kez daha sınıf mücadelesinin geri dönüşüne şahitlik ettik. Sarı Yelekliler sendikal alanın bürokratlarca kapatıldığı bir durumda emek merkezli talepleriyle sınıf radikalizminin önünü açtı. Fransa’da çatışma direkt olarak zenginler ve yoksullar şeklinde kendisini ortaya koydu. Sendikal bürokrasi başta CGT olmak üzere direkt eylemcileri karalamaya girişti. Gücü tükenen ama halen sendikal ağalık koltukları işgal etmeyi sürdüren Fransız Komünist Partisi’nin etkisinin altını çizmek gerekiyor. Ama sadece FKP değil, kapitalist sisteme entegre olmuş diğer “sol” aktörlerin durumu da benzerdi. Örneğin şu anda sol kanada liderlik eden Luc Melanchon ancak eylemler inanılmaz kitleselleştiğinde tavrını değiştirerek destek çağrısı yapabildi. Durum böyle olunca eylemlerin sendikal kanallardan ve geleneksel aktörler eliyle gelişmemesinde şaşılacak bir şey yok. Eylemler kendiliğinden, dağınık ve bazı konularda kafası karışık olabilir, ama karşımızda güçlü gelenekleri ile eylem sahasına inen Fransa emekçileri var. Neticede emek talepleri etrafında halkın büyük desteği sağlandı ve “zenginlerin başkanı” Macron’un koltuğu zangır zangır sallanıyor. Yani bir eylemi sınıfsal eylem olarak tanımlamak için o eylemin illa ki geleneksel biçimlerde cereyan etmesi gerekmez. Tabii ki örgütlü işçi sınıfının üretimden gelen gücü kullanarak sürece dahil olması yani grev hareketlerine etkili bir şekilde girişmesi ile işin boyutu çok daha büyüyecektir, hatta bu durumda Macron’un devrilmesini beklemeliyiz. Ama şu durumda da emekçilerin ve yoksullaşan orta sınıfların çok net emekçi talepleriyle burjuvazi karşısında haklarının bir kısmını söke söke almasına şahit oluyoruz. Sendikal bürokrasinin ve geleneksek sol aktörlerin uyuşukluğu ve hatta engelleyici tavrı sınıfsal öfkenin bu şekilde patlak vermesi sonucunu doğuruyor. Meseleyi bu şekilde okumak gerekir.

Yanlış Ortaklıklar

Fransa son yıllarda yoğun cihatçı saldırılarıyla sıklıkla karşılaştı. Bu saldırının sonuncusu Sarı Yelekliler hareketi zirvesindeyken geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Egemenler bu saldırıların birtakım sonuçlarının ortaya çıkmasını istiyor. Bu sonuçlardan ilk göze çarpanı; Fransız kimliği üzerinden gelişen bir ortaklık hissi. Patronuyla, siyasetçisiyle, polisiyle, emekçi halkıyla bütün Fransızların çıkarı birmiş; herkes aynı gemideymiş söyleminin etkinlik kazanması. Bu yönde propaganda böyle saldırılar sonrasında medyada zaten yaygın şekilde yapılıyor. Tam da Fransa’da patronlara devasa kaynaklar aktarılırken krizin faturasının emekçi halkın sırtına yüklendiği aleniyet kazanmış ve buradan öfke patlamışken tekrar “hepimiz biriz; yaşasın Fransa” söyleminin kitle hareketinin alanını açmayacağı aşikar. Sarı Yeleklilerle Macron ve şürekası arasında Fransız kimliği üzerinden bir ortaklaşma hissi oluşmasa da hareket içinden ya da ona destek veren geniş kitlelerde en azından zor zamanında Fransa’ya köstek olmayalım fikri gelişebilir. Bu saldırının çapı diğerlerine göre küçük olduğundan bu düzeyde etkiler yaratmayabilir; ama kimlikler arası düşmanlığın ilerlemiş biçiminin olası sonuçlarının bunlar olduğunu defalarca gördük.

Bu saldırının olası sonuçları üzerinden ilerlemeye devam edelim; çünkü uçlaşmış düzeyde de olsa kimliklerin çatışmasına dayalı bir siyaset tarzının toplumsal mücadele alanına nasıl zarar verdiğini görmek açısından kafa açıcı. Bu tür saldırıların belirgin sonuçlarından biri de kimlikler temelinde toplumsal bir bölünme olduğu fikrini güçlendirmesi. Hedef tahtasına hızla çoğunluğunu Fransa’da Müslümanların oluşturduğu göçmenler oturuveriyor. Kapitalistler için bundan iyi hedef şaşırtma mı olur; “yoksulluğunuzun sorumlusu patronlar ya da onlardan yana iktidarlar değil; işinizi, güzel yaşamlarınızı elinizden alan göçmenler!” argümanın zaten geniş bir alıcı kitlesi var. Düşmanı göçmenlerde aramak gerektiğini savunan aşırı sağın bütün Avrupa’da beslendiği zemin bu.

Kimlik Siyasetinin Kapitalizmle Derdi Olsaydı Kapitalistlerce Kullanılmazdı

Egemen sınıfların el vermesiyle postmodernizmin hegemonyasını ilan ettiği, sınıf hareketi ve sosyalist mücadelenin geri çekildiği, Doğu Bloku’nun yıkıldığı 1980’lerin sonlarında neoliberal çağın önemli ideologlarından biri hale gelen Samuel Huntington yazdığı “Medeniyetler Çatışması” kitabında, dini kimlikler temelinde uygarlıklar arasında bir çatışmanın artık uluslararası siyasetin belirleyeni olacağını söylüyordu. Batı ile Müslüman Doğu arasında bir çatışmanın önemli bir yer tuttuğu bu medeniyetler arası kapışma tezi, emperyalistlerin özel müdahaleleriyle gerçeklik kazandı. Farklı makro kimliklere sahip herkesin birbirinin kurdu olduğu ama aynı kimliği paylaşanların bir bütün gibi sunulduğu bir dünya. Kimlik siyasetinin küresel mimarlığını aslen Amerikalı neoliberal ideolog Huntington gibiler yaptı desek abartmış olmayız yani. Bu durum bile kimlik siyasetinin kapitalist düzenle sorunu olmadığını, aksine onun işine gelip sosyalist hareketin işini zorlaştırdığını anlatmaya yeter.

Solda kimlik politikası deyince aklına sadece ezilenleri merkeze alan siyaset tarzı geliyor olabilir ancak her türlü kimlik üzerinden yürütülen siyaset kimlik politikalarının içine giriyor. “Tekfirci” dediği Hıristiyan Batı’ya karşı mücadele ettiğini düşünen bir cihatçı da “Amerika’yı yeniden büyük yapalım” propagandası yapan Trump da kimlik politikaları yürütüyor.

Emek-Sermaye Çatışmasından Başka Ayrışma Tanımayın!

İster sağdan gelsin ister soldan kimlik ve kültür siyasetinin geri planında aynı mantık işliyor: “Bizden olanla kaderimiz ortak, geri kalanla düşmanlığa kadar uzanan bir karşıtlık içindeyiz.” Gerçekten öyle mi? Mesela bütün Batılılar bir mi? Fransa’da patronlar ve onların iktidarı Macronla sarı yelekliler ve onlara gönülden destek veren kitleler arasında kader ortaklığı var mı? Ya da bütün kadınların çıkarı ortak mı? Liste uzar gider….

Kimlikler üzerinden ortaklıklar oluşturma çabası sağa iki kere hizmet ediyor; bir yanda “aynı gemideyiz” propagandasıyla çoğunluk kimliğin mensuplarını egemenlerine bağlayarak, diğer yandan da aynı çıkara sahip geniş emekçi kesimler arasında bu tür bölünmeleri güçlendirerek birlikte hareket etmelerini engelleyerek.

Sosyalist hareketin, işçi hareketin önünü açabilecek tek yol vardır; emek-sermaye arasındaki çelişkinin toplumun asıl ayrışma noktası olması. Geri kalan bütün ayrımlar çıkarları ortak olan bizleri birbirimizden koparıp ortak mücadelemize köstek olmaya hizmet eder.

Türkiye’de de durumun onca aciliyetine rağmen burjuvazi ve uluslararası ortaklarıyla ters düşmek istemeyen CHP’nin emekçi radikalizmini aklına bile getiremediği ortada. Tamam HDP üzerinde çok baskı var ama emekçi radikalizmi siyasetine dönmek ile baskıların arasında bir korelasyon yok. Sorun onların da böyle bir ufkunun olmamasında. Bu işin doğal adresi sosyalist siyaset ise geleneksel aktörlerinin elinde iyice etkisizleşti. Bu yüzden de sosyalist solda bir kabuk değişimi gerekiyor. Umudun büyütüleceği yegane nokta budur.