Azerbaycanlı Solcu Gençlik’ten Savaş Karşıtı Açıklama

Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaşanan Dağlık Karabağ çatışması  üzerine giderek büyüyen şovenist ortama altında Azerbaycanlı Solcu Gençlik’ten savaş karşıtı cesur bir açıklama geldi.  30 Eylül tarihinde LeftEast’te yayınlanan açıklamayı İmdat Freni’nin çevirisi  ile sunuyoruz.

Bildiriyi, halkları birbirine düşmanlaştıran savaş çığlıkları arasında yükselen tarihsel bir ses olarak selamlıyoruz. Egemenlerinin savaş politikalarına, baskılara ve savaş karşıtı sesleri susturma despotluğuna karşı; Yaşasın Enternasyonalist Dayanışma!

“Dağlık Karabağ çatışması, 1988’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin bu vilayetinin çoğunluğu etnik Ermenilerden oluşan nüfusunun Ermenistan ile birliği talep etmesinden bu yana bizimle birlikte. Bunu takip eden savaş, 1994 yılında Dağlık Karabağ ve ona komşu bazı Azerbaycan topraklarının Ermeni kontrolü altına girmesi ve yaklaşık bir milyon kişinin mülteci olmasıyla sona erdi. O zamandan beri, Azerbaycan kaybedilen toprakları geri almaya çalışırken ve dönem dönem yapılan müzakereler sonuçsuz kalırken, 2016 Dört Gün Savaşı’nda olduğu gibi bu çatışmada dönemsel artışlar oldu; ancak çatışma hiçbir zaman son birkaç gündür şahit olduğumuz, her iki taraftan da yüzlerce askerin (ve birçok sivilin) öldüğü boyuta ulaşmamıştı. Her iki ülkedeki milliyetçi propaganda da hararetin doruklarına ulaşırken ve zaten çok az olan savaş karşıtı faaliyet ağır sözlerle boğulmakla kalmayıp tutuklamalarla cezalandırılırken, LeftEast genç Azerbaycan solcularının bu açıklamasını paylaşmaktan gurur duyuyor.

Dağlık Karabağ’da Azerbaycan ve Ermenistan arasında son dönemde yaşanan çatışmadaki tırmanışlar, ulus-devlet çerçevesinin mevcut gerçekler için ne kadar da modası geçmiş olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. İnsanları yalnızca doğum yerlerine göre insanlar ve insan olmayanlar diye ayıran ve daha sonra belirli bir bölgesel sınırlar içinde yaşam için tek olası senaryo olarak “insanların” insanlık dışı “ötekilere” üstünlüğünü kurmaya devam eden düşünce biçimini aşamamak, mücadele etmemiz gereken tek işgalcidir. Yırtıcı milliyetçi hükümetlerimizin bize dayattığı anlatıların ve hayatı tahayyül etme biçimlerinin ötesinde düşünme becerimizi ve zihinlerimizi işgal etmiştir. “Ulus” kendisini “düşmandan” korumamız için çağrı yapar yapmaz, kendi ülkelerimizde hayatta kalmamızın sömürücü koşullarından bizi bihaber kılan da bu düşünce biçimidir. Düşmanımız ise, hayatımızda hiç karşılaşmadığımız ve muhtemelen asla tanımayacağımız sıradan bir Ermeni değildir. Düşmanımız, yirmi yılı aşkın süredir ülkemizin kaynaklarını olduğu kadar sıradan insanları da kendi çıkarları için sömüren ve yoksullaştıran iktidardaki isimleri belli olan kişilerdir. Herhangi bir siyasi muhalefete karşı hoşgörüsüzdürler; muhalifleri devasa güvenlik aygıtları aracılığıyla ciddi şekilde ezdiler. Doğal alanları, deniz kenarlarını, maden kaynaklarını zevkleri ve kullanımları için işgal ettiler ve sıradan vatandaşların bu alanlara erişimini kısıtladılar. Doğamızı yok ediyorlar, ağaçları kesiyorlar, suyu kirletiyorlar ve “mülksüzleştirme yoluyla birikim” yapıyorlar. Ülke çapında tarihi ve kültürel alanların ve eserlerin ortadan kaybolmasında suç ortağıdırlar. Kaynakları eğitim, sağlık hizmetleri ve sosyal refah gibi zorunlu alanlardan orduya aktararak emperyalist özlemlere sahip kapitalist komşularımıza – Rusya ve Türkiye – kar sağlıyorlar. İşin garibi, her bir birey bu gerçeğin farkındadır; ancak Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki temas hattına ilk kurşun atıldığı anda ani bir hafıza kaybı dalgası herkesi vurur. Körleşmişler, tıpkı Saramago’nun aynı adlı romanındaki karakterler gibi, hemen kendi kendilerine zarar vermeye başlıyorlar, “kutsal” dava için “şehitlik” adına gençlerimizin ölümlerini alkışlıyorlar. Bu dava, hiçbir zaman hem Azerbaycan hem de Ermenistan hükümetlerinin koltuklarında kalmasını sağlayan ve daha fazla şiddet ve ölüm arayışıyla birlikte toplumların bitmek bilmeyen askerileştirilmesinin gerekçesi olarak hizmet eden varoluşsal bir platformdan başka bir şey olmamıştır.

Halkı suçlamıyoruz: Savaşı ve iki ulus arasındaki çatışmayı anlamlandırmak için alternatif bir yorumun yokluğunda, milliyetçi ideoloji tartışılmadan kabul görmüş oluyor. Eğer düşük bütçeli eğitim kurumlarımızın başardığı tek bir şey varsa, o da nefreti öğretmek ve milliyetçi propagandayı yaymaktır. Çünkü nefret asla bireysel aklın bir ürünü değildir; belirli güç ilişkileri içinde inşa edilir ve üretilir. ‘Nefret’ ve ‘nefret edilen’ arasında doğrudan temasın olmadığı bir bağlamda, ‘nefret eden’ kitle, kaynakların ve hizmetlerin eşit şekilde yeniden dağıtımını reddeden sistem içinde gündelik ekonomik hayatta kalma derdiyle, kendi meseleleriyle daha çok ilgilenmeye başladığında ve gün geçtikçe daha fazla sefalet biriktirirken, “nefret eden” izleyicilere “nefret edilenlerden” nefret etmelerini ve nefretlerini yeniden üretmelerini sürekli olarak hatırlatmaya daha çok ihtiyaç vardır.
 Nefretin hayata geçirilmesi gerekir. “Bizim” topraklarımızı çaldılar deriz, bu nedenle nefret ederiz. Sadece tek bir grubun üzerinde tartışmasız bir mülkiyet hakkı bulunmaksızın o topraklarda yaşamanın sayısız başka yolu olması gerektiğini düşünmeyiz hiç.

Yurtdışındaki Ermeni bir çalışma arkadaşımızla planlanan bir toplantının haberini alınca, genç bir kardeşimiz şaşkınlıkla “Gerçek bir Ermeni mi göreceksin?” diye sordu. Gelin bunu bir düşünün; yüzyıllardır aynı mekânda birlikte yaşadıklarımızla nesillerdir hiç temas etmeden bir boşlukta büyüdüler. Bu tür bir varoluş izolasyonu, aklımıza ve yaratıcı yeteneklerimize nasıl bir şiddet uygular? Söylemeye gerek bile yok; aynı zamanda da “öteki”nin insanlıktan çıkarılması için mükemmel bir reçetedir. Tüm kötü nitelikleri, hayatımda hiç etkileşime girmediğim insanlara atfetmekten daha kolay ne olabilir?

Taraflar arasında ateşkes ile sonlanan Bişkek Anlaşması’nın (1994) imzalanmasının ardından gelen yıllarda, Ermenistan ve Azerbaycan Hükümetleri çok ciddi miktarlarda ölümcül silahlar biriktirdirler ve şu anda bu silahları birbirlerine karşı kullanmayı planlıyorlar. İki ülkenin bir barış anlaşmasına en son yaklaştığı zaman, 2001 yılında, Minsk Grubu eşbaşkanlarının – Fransa, Rusya ve ABD – arabuluculuğuyla yapılan Key-West barış görüşmeleriydi.  Ancak, hâkim milliyetçi ruh hali ve her iki taraftaki liderlerin uzlaşmaya hazır olmamaları nedeniyle barış görüşmeleri başarısız oldu. Ve hiçbir zaman da 21. yüzyılın başında olduğu kadar kararlı bir şekilde yeniden başlamadı. 

Mevcut durumda bölgede başka bir savaştan kaçınmanın yollarını aramayı son derece zor buluyoruz. Her iki tarafta da, özellikle televizyon kanalları, resmi açıklamalar veya endişe verici yoğunlukta dolaşan sosyal medya paylaşımlarında anlatıya hâkim olan, artan yaygın nefret söylemini gözlemliyoruz. Her iki taraftan doğrulanması zor olan ve dolayısıyla bir korku, karşılıklı nefret ve güvensizlik ortamı yaratan iddialarda bulunuluyor.

Her iki tarafta da halk, salgın ve ekonomik krizden dolayı zorluklar yaşarken ve krizlerin yarattığı zorluklara ayak uydurmaya çalışırken, şimdi de bir de Dağlık Karabağ’da herhangi bir potansiyel yapıcı çözümü geciktiren askeri bir çatışmanın içine sürükleniyorlar. Ayrıca çatışmayı sürdürmek için büyük miktarda ekonomik kaynağa ve insan kaynağına ihtiyaç duyuluyor ki, her iki tarafın elitleri de bu çatışmadan yararlanmaya devam edebilsin. Azerbaycan’ın 2020 askeri bütçesi 2,3 milyar dolara yükselirken, Ermenistan için bu rakam 634 milyon dolardır ve her iki ülkede de GSYİH’nın yüzde 5’ini oluşturmaktadır.

Azerbaycanlı ve Ermeni gençleri olarak, bu çatışmanın çözümünü kendi ellerimize almamızın zamanı geldi de geçiyor bile. Artık bu mesele, amacı çatışmanın çözümü değil, kendi ekonomik ve politik sermaye birikimleri olan takım elbiseli adamların ayrıcalığı olmamalı. Tarihin çöplüğüne ait olan bu çirkin ulus-devlet örtüsünü sıyırmalı, ortak ve barışçıl bir arada yaşamanın yeni yollarını hayal etmeli ve yaratmalıyız. Bu amaçla, barış görüşmelerini ve işbirliğini yeniden tesis etmek için öncelikli olarak sıradan yerel vatandaşlardan oluşan politik, tabandan gelen girişimleri canlandırmak çok önemlidir. Bizler, Azerbaycan’daki sol aktivistler, ülke gençliğinin bu anlamsız savaşa daha fazla seferber edilmesini hiçbir şekilde desteklemiyoruz ve diyaloğu yeniden kurmayı birincil hedefimiz olarak görüyoruz.

Biz kendi geleceğimizi veya çatışmanın çözümünü askeri gerginliklerde ve karşılıklı nefretin yayılmasında görmüyoruz. Dağlık Karabağ’daki son zamanlarda yaşanan askeri çatışmalar, bölgede barışın tesisine herhangi bir fayda sağlamıyor. Toplumlarımız ve gelecek nesiller için ne tür etkileri olabileceğini bildiğimiz için tam ölçekli bir savaşa sürüklenmenin risklerini tasavvur etmek bile istemiyoruz. İki halk arasındaki çatışmayı uzatacak ve nefreti derinleştirecek her hareketi şiddetle kınıyoruz. Geçmişe bakmak ve toplumlarımız, gençlerimiz arasındaki güveni yeniden inşa etmek için gerekli adımları atmak istiyoruz. Bu topraklarda tekrar bir arada yaşama ihtimalimizi dışlayan her türlü milliyetçi anlatıyı ve savaş durumu anlatısını reddediyoruz. Barışın inşası ve dayanışma girişimleri çağrısında bulunuyoruz. Karşılıklı saygı, barışçıl tavır ve işbirliği ile bu çıkmazdan alternatif bir çıkış yolu bulabileceğimize inanıyoruz.

İmzacılar:

Vusal Khalilov

Leyla Jafarova

Karl Lebt

Bahruz Samadov

Giyas Ibrahim

Samira Alakbarli

Toghrul Abbasov

Javid Agha

Leyla Hasanova