Bundan 105 yıl önce Osmanlı Ermenileri geri dönüşü olmayan bir yolla yaşadıkları topraklardan koparıldı. Sadece Ermeniler değil, Rumlar, Asuriler, Süryaniler, Yahudiler, Kürtler ve daha niceleri sürülecek, katledilecek ya da en “iyi” ihtimalle asimile edilecekti. Peki neden? Bu büyük soykırım olmadan, tüm renkleriyle kardeşçe birarada yaşamak mümkün olamaz mıydı?
Soykırım, Kırım, Tehcir ve Göç Yüzyılı
19. ve 20. yüzyılı ardıllarından ayıran temel fark kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte yeni bir devlet biçiminin belirmesidir: ulus devlet. Ulus devlet ise yeni bir icat olan ulusun egemen sınıfı için bir pazarın oluşturulmasından başka bir şey değildir. Bu devletlerin kurulma hikayesi, soykırım, kırım, göç gibi kavramları ortaya çıkarmıştır.
Osmanlı imparatorluğunun dağıldığı ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 20. yy da bu coğrafyada da bu dönemece girilmiştir. Osmanlıcılık, İslamcılık ve en sonunda Türkçülük temelinde imparatorluk “kurtarılmaya” çalışılmıştır. Osmanlı halkları tarafından büyük bir sevinçle karşılanan 1908 devriminden sonra iktidara gelen İttihatçılar ise kurtuluş rotası olarak bu dönemde Türkçü bir yönelime girmiştir. I Dünya Savaşı’na giren İttihatçılar, elde kalan son toprakların ulusçu yeni kopuşlardan arındırmak üzere gayrı-müslimleri bu topraklardan silmeye çalışacaklardı. 1915 yılında Ermenilere yönelik alınan “tehcir” kararı aslında bir soykırım fermanıydı. 1920’ler ve sonrasında projenin tamamlanmamış eksik parçalarını halleden ise düzenin yeni sahibi Kemalist kadrolar olacaktı. Demokrat Parti de 1950’lerde 6-7 Eylül Olayları’nı tezgahlayarak projeyi sürdürmüş ve gayrimüslimlerin bu topraklarda sonlandırılması işi hemen hemen tamamalanmıştır.
Soykırımı basitçe kendinden menkul bir etnik çatışmanın alabileceği en ileri biçim olarak anlamak eksik olur. Çünkü İttihatçıların ve TC’nin üzerinde ortaklaştığı bu projenin arkasında bir Müslüman Türk burjuva sınıfı “yaratmak” vardır. Çünkü Osmanlı toplumunda toplumun girişimci, tüccar ve zengin kesimleri ezici bir çoğunlukla gayrimüslimlerdi yani Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar. Gelişimi geç kalmış Türk ulusal burjuvazisinin yaratılması için hızlı bir çözüm gerekiyordu. Ayrıca bu azınlıklar, Birinci Dünya Savaşı’nın kötü sonlanması durumunda ayrılıp kendi devletlerini kurma yoluna gidebilirlerdi. Bulunan çözüm, Ermeni ve Rumları kitleler haline yok etmek ve/veya sürmek olacaktı. Halep valisinin Ticaret Nezareti’ne yolladığı rapora göre 1915’te ticaretin %80’i Hristiyanların elindeyken, şimdi %95’i Müslümanların elindeydi (1). Böylece Anadolu’da Hıristiyan devletlerin ortaya çıkması tehlikesi, sonsuza kadar ortadan kalkacak hem de Hıristiyanların ellerindeki zenginlik, bir gecede Müslüman ve Türk yeni zenginlerin ortaya çıkmasına yarayacaktı. İttihatçı Kara Kemal: “Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabaklarına dayanırlar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptirler. Biz hangi sınıfa dayanacağız?… Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı? Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım?” diyerek hareketlerinin temel sorusunu bu çerçevede ifade etmiş oluyordu.
Talat Paşa’nın bizzat verdiği emirlerle ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın eliyle işlenen kıyımların günümüzden geriye bakıldığında Ermeni komitacılarının intikam eylemlerine cevaben yapıldığı, asıl katliam yapanların Ermeniler olduğu ve zaten Ruslarla iş birliği yaparak işgale zemin oluşturmak istedikleri gibi iddialarla soykırım meşrulaştırılmaya çalışılsa da asıl motivasyonun bölünme korkusu ve para olduğu apaçık ortadadır. İttihatçılardan Cumhuriyete bu hedef birliği, dönemin Türkçülük politikalarında belirginleşir. Her iki kesim açısından Ermeniler ve Rumlar “dâhili ur”dur ve sökülüp atılması gerekmektedir.
Ermeni Soykırımı
Ermenilere yönelik temizlik operasyonunun ilk adımı Rumların terörize edilerek göç ettirilmesi ile başladı. İzmir, Dikili, Bergama, Menemen civarında yoğunlaşan Rumların evleri, tarlaları, mahsulleri yakılarak üzerlerinde yaratılan terörle göçe zorlandı. 300 bin Rum ilk elden sürülmüş oldu. Balkan Savaşları’nın başlangıcından itibaren ise yaklaşık 600 bin Rum Anadolu’dan ya sürüldü ya da katledildi.
Dünya Savaşının başlaması ile birlikte felaketler peş peşe yaşanmaya başladı. Abdülhamit’e karşı İttihatçılarla birlikte mücadele eden Ermeniler, artık savaş koşullarında potansiyel iç mihraktı ve acilen temizlenmesi gerekiyordu. 1890’larda Zeytun ve Adana olaylarında başlayan Ermeni katliamları, savaş yıllarında bir soykırıma dönüştü. Savaşta amele taburlarına alınan Hıristiyanlar ilk felaketi yaşadı. Anadolu’nun bu felaket dolu yıllarını anlatan eser olan “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”da Dido Sotiriyu savaş yıllarında Ermenilerin kıyımının ilk hamlesi olan amele taburlarını şöyle anlatıyor: “Türk hükümeti, Hıristiyanlara katiyen güvenmiyor ve onlara ne silah ne de üniforma vermeden Amele Taburu denilen özel çalışma birliklerine yolluyordu. Bu özel birliklere ‘ölüm taburu’ demek daha doğru düşerdi.” (s. 67)
Ermeniler, Vilayet-i sitte denilen illerde çok büyük bir nüfusa sahipti. Çeşitli kaynakların ortaklaştığı konu Ermenilerin bu illerde daha çok Kürtler ve Türklerden oluşan Müslüman nüfusa yakın bir toplam teşekkül ettikleridir. Ermeniler aynı zamanda Osmanlı’daki Hıristiyan azınlıkların en büyüğü ve en örgütlü olanı idi. 1880’lerden itibaren Taşnaksütyun ve Hınçak Partisi Ermeni halkının taleplerini dile getiren eylemler içinde idi. Rusya’nın Ortodoks Ermenilerin yaşadığı bölgede hak iddia ederek olası bir işgal girişime karşı Ermenilere yönelik büyük bir etnik temizlik planı devreye sokuldu.
Ermeni soykırımının başladığı tarih olan 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki Ermeniler, Çankırı ve Ankara yakınlarına doğru göç ettirilmek üzere sürgüne gönderildi. 27 Mayıs itibariyle de bu uygulama ülke çapında bir operasyon haline getirildi. Talat Paşa bu süreç içinde resmi bir tehcir kararı dışında yasal bir kılıf hazırlama gereği dahi duymadı. Valiler, çeteler ve Teşkilat-ı Mahsusa tasfiyeyi her yerde derhal ve çok hızlı bir şekilde uyguladı. Çoğu yoksul köylülerden oluşan yüz binlerce Ermeni’nin yaya olarak Deyr Zor çöllerine sürülmesi kararı hiçbir suretle bugün dahi bir tedbir olarak gösterilemez. Açlık, susuzluk, yoksulluk, hastalıklar ve çetelerin planlı saldırıları altında kimsenin bu yolculuktan sağ çıkmayacağı o dönem de biliniyordu. Tam da bu yüzden gerçekleştirildi.
Söz konusu olan topyekun Ermenilerin ortadan kaldırılması planıdır ve kaç kişinin öldüğünden bağımsız bir şekilde soykırım olarak açıkça nitelenmelidir. Kaldı ki 1919’da Damat Ferit Paşa hükümeti açıkladığı sayıyla dahi “tehcir sırasında ölen Ermeni sayısı 800 bindir.” diye itiraf etmektedir. Bu sayının resmi olması itibariyle gerçek sayının çok altında olduğu da göz önüne alınmalıdır.
Sermayenin Türkleşmesi
İttihatçılar aynı taşla ikinci bir kuş daha vurmak üzere ardı ardına yasalar çıkardı. Sürgün edilenler yanlarına zenginliklerini götürmeyecekler, emanet etmeyecekler, paralarını hükümetten aldığına dair zorla karşılıksız belgeler imzalayacaklar, mal varlıkları göç edenlerin ardından postalanamayacak… Her biri devletin arşivlerinde olan bu emirlerin amacı geri dönmesi mümkün olmayan Ermenilerin mal varlıklarının çok hızlı biçimde el değiştirmesini sağlamaktı. İttihatçıların kendileri, çevreleri ve tetikçisi çeteler, bu zenginliklere el koydu. Satılan mallar çok düşük değerden adeta peşkeş çekildi; bir süre sonra gayrimüslim başka unsurların bu malları almaması için başka tedbirler geliştirildi. Talat Paşa nasıl olsa öldüler diyerek katledilen Ermenilerin kişisel banka hesaplarını ve sigorta ödemelerini dahi almak üzere yabancı bankalara müracaat etmekten geri durmadı (2). Gidenlerin ardından kiliseler yok edildi, köylerin-kentlerin isimleri değiştirildi; geride kalan çocuk ve kadınlar asimilasyona zorlandı…
Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanında Adana Çukurova’daki kıyım ve el koymayı şöyle kayda geçiyordu: “Birkaç yılda nasıl tapucu Abdülhalik Efendinin ağzından girip burnundan çıkmış, ne kadar Ermeni tarlası varsa Kabakçıoğlu’nun üstüne yazdırmıştı. O kabakçı mı, uyuzun birisiydi. Sonra işte bu şeytanın sayesinde Kabakçızade oldu.”
Yüzbaşı Ahmet Refik Altınay, bu dönemde bu örgütlü yağma ve katliamı ömrünün sonuna kadar kendisini sefalet içinde yaşamaya mahkum edecek olan şu sözlerle ifade etmişti: “Hususiyle milli ticaret, adeta milli bir cinayetti. Bu cinayete iştirak için nazırlar, defterdarlar, valiler ve mutasarrıflar memuriyetlerinden istifa ediyorlar, el birliğiyle bedbaht halkı öldürmeye çalışıyorlardı. Fakat bu cinayete en ziyade iştiraki olanlar, ticaretle meşgul mebuslardır. İttihad’ın tacir ve muktedir mebusları millerin muhakkir sınıfını teşkile diyordu. İttihad’ın cinayetlerini tasdik için bu zatların ağızlarına Topal İsmail Hakkı çuvallarla şeker atıyor, Talat deste deste imtiyaz beratları tıkıyordu” (3).
Cumhuriyet Dönemi
Mondros anlaşmasının imzalanmasının ardından Enver, Talat ve Cemal Paşalar derhal ülkeyi terk ederek yakayı kurtarma yoluna düştü. Mustafa Kemal ve arkadaşları, arta kalan dağılmış durumdaki İttihatçı komitelerinin üzerine basarak işgal karşıtı hareketi başlattı.
Yunanlılara karşı elde edilen askeri zaferin büyük prestiji sayesinde inşa edilen Cumhuriyetin varlık stratejisi, Osmanlı Devleti’nden kopuş üzerinden şekillendirildi. Dolayısıyla Ankara merkezli yeni iktidar ne Osmanlının ne İttihatçıların hiçbir sorumluluğunu almama söylemi ile hareket edecekti. Bu nedenle ilk dönemler Ermeni katliamları İttihatçıların icraatları olarak gösterilmiş ve kabul edilmişti. Diğer yandan itilaf devletleri bu Hıristiyan katliamını kullanabilirlerdi. Mustafa Kemal bu havayı da yumuşatmak isteyecekti. Ancak Cumhuriyet ile İttihatçılar arasında gerek kişiler, gerekse de ideoloji ve program açısından ciddi bir devamlılık söz konusudur. Ne zaman ki Sakarya Muharebesi ve Büyük Taarruz gibi harekete özgüven ve iddia kazandıran savaşlar verildi, o zaman Mustafa Kemal niyetini açık eden pozisyonunu belli etmeye başladı.
Divan-ı Harb’da göstermelik yargılamalarla Ermeni katliamının yargılanması tam bir ortaoyununa dönüştü. İddianamedeki suçlama 1 milyon Ermeni ve 550 bin Rum’un katledilmesiydi. Talat ve Enver Paşalar gıyaplarında idam cezası aldı. Pek çok kişi iki yıl içinde neredeyse tamamen aklandı. Görülmemiş bahanelerle Nisan 1924’te çıkarılan bir kararla Ermeni halkın malları bu cellatlara ya da ailelerine maaş, tazminat gibi gerekçelerle ödül olarak verildi! Katliamın birebir sorumlusu olan pek çok kişi CHP içinde terfi ettirildi. Bu isimlerden en bilineni Celal Bayar’dır. Bayar, İttihatçıların Ege’deki Rum katliamının yürütücüsüydü. Sonra bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı oldu! Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırımı inkar etmesinde, soykırımın kanının devletin en üst kademesine dahi erişmiş bu kişilerce işlenmiş olması çok etkilidir. Bir diğer inkar sebebi de Müslüman Türk burjuvazisinin üstüne konduğu zenginlik üzerinde hak iddia edilmesi tehlikesidir. Soykırımın kabulü durumunda azınlık mallarının iadesi gerekecektir. Ki bu egemen sınıfın en azından bazı mülkiyetlerinden vazgeçmesi demek olacaktır.
Proje Tamamlanıyor
Soykırımda Mustafa Kemal’in bizzat bulunmaması, bu konudaki sicilinin bozuk olmaması, Cumhuriyetin bu meseleyi pas geçmesi için en temel gerekçeyi oluşturacaktır. Diğer taraftan izlenen milliyetçi strateji, gayri Müslimlerin Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında da tehcir, Servet Vergisi, 6-7 Olayları, Kıbrıs Olayları gibi “temizlikçi” devlet operasyonlarına maruz bırakılması, Osmanlı ve İttihatçı devlet geleneğinin devam ettirildiğini ortaya koymaktadır. Müslüman bir burjuvazinin yaratılması programı, Cumhuriyet’in temel iktisat projesi olmuştur. Ayrıca Türkleştirmeye direnen Kürtlerin de Cumhuriyet elinde göç, katliam ve asimilasyona uğramış olması da devlet geleneğindeki devamlılığı ortaya koyar.
Ermenilerin tasfiyesi konusundaki ortaklık da aynen devam etmektedir: Mustafa Kemal 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla konuşurken şunları söyleyebilmektedir: “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır… Memleket en nihayet yine sahibinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir…”(4)
Cumhuriyetin erken yıllarından itibaren Kemalist rejim Müslüman Türk burjuva sınıf yaratma programına sadıktı. CHP, bu devamlılığı 1942’de çıkardığı Varlık Vergisi’yle sağladı. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, gayrimüslimlerin baskılanması ve malların yağmalanması demek olan Varlık Vergisi’ni şöyle savunmuştu: “ Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”(5)
Demokrat Partili yıllarda ise 1955’te 6-7 Eylül olayları ile adeta son nokta da koyuldu. Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Ne mükemmel özel harp harekatıydı. Amacına da ulaştı” dediği iki günlük talan ve kıyım sonunda binlerce ev, kilise, sinagog, okul, işyeri saldırıya uğramış; kadınlara tecavüz edilmiş, Rum ve Ermeniler öldürülmüş ya da sakat bırakılmıştır.
Sonuç Yerine
Anadolu halkları birbirinin kıyımını dayanan bir kadere mecbur değildi. Hemen doğu sınırında Bolşevizm sosyalizm bayrağı altında halkları kardeşleştiriyordu. Abdülhamit istibdadına karşı mücadele eden Ermeni devrimciler, idam sehpalarında “Sosyalizm” diye haykırmış, 1908 devriminin ateşi büyük bir sevinç dalgası yaratmıştı. Bu tarihin değişmesinin tek koşulu ise burjuva sınıf ve ulus devlet yaratmak için her yolu mübah gören bir katliam senaryosunun karşısına sosyalizmin alternatif olarak çıkabilmesiydi. Bunun son derece farkında olarak, Ermeni ve Rumların bizzat katili olan, Yahya Kahya ve Topal Osman gibi isimler Mustafa Suphi’leri, 15’lerimizi de katlederek “önlerini açtılar.” Ulusal düşmanlıklar ise günümüze miras kaldı.
Cumhuriyet tarihinin Ermeni ve Rumlardan ibaret olmayan katliam tarihinde Kürtlerin, Alevilerin ve daha nicesinin ismi var. Bunlardan topyekun hesap sormak ise emperyalist çıkarlar için her birinin tarihi birbirinden kanlı burjuva devletlerin soykırım yasaları ile değil düşmanlıkların üstesinden gelebilecek tek güç olan sosyalizm mücadelesi ile mümkündür.
1) Erik Jan Zürcher, İmparatorluktan Cumhuriyete: Türkiye’de Etnik Çatışma, İletişim Yayınları, s. 155
2) Erik Jan Zürcher, İmparatorluktan Cumhuriyete: Türkiye’de Etnik Çatışma, İletişim Yayınları, s. 150-152
3) Ahmet Refik, İki Komite İki Kıtal, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 60
4) Osman Nuri Mecelle-i Belediye’den aktaran Tevfik Çandar, Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, İstanbul, Körfez Yayınları, s. 145
5) Barutçu Faik Ahmet’ten aktaran; Sait Çetinoğlu, Sermayenin Türkleştirilmesi, Resmi Tarih Tartışmaları, Özgür Üniversite, 2009, s. 145.