Tüm dünyayı saran kapitalist kriz, derinliğini adım adım arttırırken bunun çok çarpıcı toplumsal ve siyasal sonuçları bizleri bekliyor. Bir yandan şiddetlenen jeopolitik gerginlikler emperyalist savaş tehlikesini gündeme getiriyor, bir yandan kapitalizmin gezegenimize olan vahşi saldırısı sürüyor, diğer yandan otoriter sağcı diktatörler ve faşist hareketler temel demokratik hakları ve özgürlükleri tehdit ediyor. Ama sistemin bu büyük krizi, ilk hamle fırsatını sola ve sınıf mücadelesine verecek. Devrimci sosyalistler ve sınıf mücadelesinin önünde büyük atılımlar yapma fırsatı bulunuyor.
Dünya genelinde işçi sınıfının mücadelesinde bir yükseliş yaşanıyor. Öyle ki emekçi sınıflar açlık, yoksulluk ve işsizlik eşiklerinden aşağı düşerken sınıf mücadelesinin keskin biçimlere bürünmesi ve isyanların patlaması hiçbir gözlemciyi şaşırtmayacak. Sınıf mücadelesinin ani yükselişleri, isyana dönüşen protestolar ve ön devrimci durumlar çağımızın bir gerçekliğidir. Tüm dünya eşitsiz ama bileşik şekilde büyük toplumsal sarsıntılara doğru yol alıyor. 2020’li yıllar büyük kavgaların sahnesi olmaya hazır. Cevabı belirsizliğini koruyan iki büyük soru, “bu kavgalarda kitleler sosyalizme kayacaklar mı” ve “işçi sınıfı devrimci zaferlere yürüyebilir mi” sorusudur. Bütün tarihsel deneyimler göstermiştir ki tarihin objektif akışına devrimci öznenin bilinçli müdahalesi olmaksızın sosyalizmin zaferi mümkün olmayacaktır. Bu yüzden devrimci sosyalistlerin uluslararası birliği ve ülkelerdeki devrimci partilerin güçlenmesi hayati önem taşıyor. Bunu sağlamak için de evvela içinden geçtiğimiz tarihsel evrenin net bir kavranışına sahip olmamız gerekli. Ancak bu sayede görevlerimizi saptayabilir; güçlerimizi doğru taktikler, politikalar ve stratejiler doğrultusunda yoğunlaştırabiliriz.
Küresel Ekonomik Kriz: Kapitalizmin Çıkmaz Sokağı
Covid-19 önlemlerinin kalkmasının ardından başlayan ekonomik toparlanma ABD, Çin, Almanya gibi merkezlerde şimdiden hız kesti bile. Artan enerji maliyetleri, yüksek fiyatlar, tedarik sürecindeki sıkışıklıklarla, stagflasyonun, yani yüksek enflasyonla el ele giden durgunluğun bir habercisi. Ucuz tüketim ve kolay borçlanma dönemi bitmiş durumda. Ve kapitalistlerin elinde alternatif bir model bulunmuyor.
1929 krizini yaşamış birisi olarak Schumpeter, kapitalizmin sürekli yenilenme güdüsünü Marx’tan esinlendiği “yaratıcı yıkım” kavramıyla tanımlamıştı. Schumpeter açısından ekonomik krizler, yaratıcı yıkımın zirve yaptığı ilerleme ve büyüme dönemleriydi. Çünkü ona göre düşük performanslı şirketlerin dinamik olanlar tarafından yutulması yoluyla sistem, krizlerde kendini yeniliyordu. Sermayenin kar ve birikim uğruna insan yaşamı ve doğa üzerinde yarattığı bu yıkım, kapitalizmin dinamizminin ölçütü olarak kabul edilmişti.
1929 buhranı küresel ölçekte tam da böyle bir yıkım süreciydi. Çok sayıda banka iflas etmiş, şirketler ve fabrikalar kapanmış; kitlesel işsizlik ve açlık, krizin merkez ülkesi ABD’yi sarmıştı. Daha az karlı firmaların yerini daha modern ve güçlü olanları almış; birikmiş emek olarak sermayenin yıkımı 2. Dünya Savaşı ile devam etmişti. Bütün Avrupa kıtasının, doğu ve güneydoğu Asya’nın harabeye çevrilmesi ve ardından yeniden yapımı, kapitalist kar oranının yatırım yapılacak bir seviyeye gelmesinin ve 1950’ler boom’unun zemini olmuştu. Kapitalist ekonominin bu toparlanması, Yalta ve Potsdam anlaşmalarında kurumsallaşan Stalinizmin ihanetiyle desteklenmiştir.
Ancak 1929’da yıkımın politik sonuçları – devrimler, Nazizm, dünya savaşı gibi- burjuvazi açısından da korkutucu olduğundan Schumpeter’in o çok sevdiği “yaratıcı yıkım” geride kaldı. 1930’lar kapitalistleri fazlasıyla ürküten bir aşırılıklar çağıydı. Tabii ki en çok da isyan ve devrimlerden korktuklarından dünya egemenleri kapitalist kriz karşısında yeni bir yaratıcı yıkımı göze alamadılar, batık şirketleri kurtararak yıkımın çapını azaltmayı tercih ettiler. 2008 krizi tam da bunun örneği oldu. ABD Merkez Bankası FED, bir yandan batık banka borçları, mortgage araçları ve hazine borçlanma kağıtları satın alarak finansal sisteme 2008 ile 2014 dönemi arasında yaklaşık 3,6 trilyon dolar sunarken diğer yandan da faizleri 2008 sonundan itibaren 7 yıl boyunca %0,25 düzeyinde tutarak parasal genişleme yarattı. Yıkımı önlemek için bir diğer adım da batma riski olan bankaları ve şirketleri kurtarmak için 700 milyar dolarlık TARP (Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı) ile yaşama geçirildi. Yüzyıllık banka ve sigorta şirketlerinin yanında ABD’nin 3 büyük otomotiv kurumu olan General Motors, Chrysler ve GMAC (Ally) da kamulaştırılarak kurtarıldı.
Bu politikalarla 2008 krizinin yıkıcılığı bir dönem boyunca ertelenmiş olabilirdi ama krizlerle isyanlar arasında birlikteliği yıkmaya güçleri yetmedi. Dünyanın bir çok ülkesindeki Occupy (İşgal) hareketleri, Mısır ve Tunus’taki devrimler ve Yunanistan’daki büyük çalkantı akıllara ilk gelenler. Sokaklara çıkan emekçiler ve gençler kimi yerlerde geri çekildiler, yenilgiye uğradılar. Ama bütüne bakıldığında kapitalist iktidarlar sınıf mücadelesinin keskinleşmesini önleyemedi. Pandemi öncesi dünyada toplumsal patlamalar yerküreyi sarmıştı. Fransa ve ABD gibi Batılı merkezler ile çok sayıda L.Amerika ve Asya ülkesinde büyük toplumsal mücadeleler ve isyanlar yaşanıyordu. Bu anlamda 2019, yeni bir dünya durumuna girdiğimizi teyit eden en hızlı yükseliş yılı oldu.
Kriz ve İsyan Dalgası
2020’de devam edecek bu küresel mücadele dalgasına pandemi zorunlu bir ara verdi ama şimdilerde daha büyük sarsıntılar mayalanıyor. Bir kere dünyanın yoksul halklarının sırtında 2008 krizinin 12 yıllık bakiyesi var. Yetmezmiş gibi Covid pandemisi dünya ekonomisini ani ve geniş çaplı bir yıkımla karşı karşıya bıraktı. Yine dünya egemenleri kamu kaynaklarını kullanarak yıkımın şiddetini azaltmaya çalıştı elbette; devletlerce pandeminin ekonomik etkisini azaltmak için hazırlanan paketlerin büyüklüğü 20 trilyon dolara ulaştı. Söylemeye bile gerek yok, bu paketlerden aslan payını kapitalistler aldı. Toplumsal gerilimi düşürmek adına kimi güçlü ekonomilerde emekçi sınıflara da sınırlı kaynaklar ayrılabildi. Ama dünyanın çok büyük çoğunluğunda emekçiler kaderlerine terk edildi; yoksulluk, işsizlik ve açlıkla boğuşmak zorunda kaldılar.
Dünya çapında eşitsizlikler büyük bir patlama yaparken kredilerle ayakta tutulan ama destek kesildiğinde batacak olan zombi şirketlerin oranında pandemi döneminde büyük artış oldu. Alman Deutsche Bank’a göre şu an ABD’nin borsada işlem gören her 5 şirketinden biri aslında zombi şirket. Merkez Bankası eliyle ölmesine izin verilmeyen bu şirketlerin sayısı son aylarda katlandı. Bu da kapitalizmin krizinin zamana yayılması, istisnai ve geçici alanlar dışında karlılık sorununun çözülememesi, toparlanmanın başlayamaması ve emekçilerin yoksulluğunun adım adım derinleşmesi demek.
Kapitalist sistem krizini aşamayışının sıkıntısını yaşıyor. Kapitalizmin 1970’lerde patlayan yapısal krizine bir cevap olarak yürürlüğe sokulan neo-liberal küreselleşme modeli, miadını doldurmuş durumda. Ortada bir kriz yönetim modeli bulunmuyor. Krize bir yanıt olarak tartışmaya sokulan ve sözde ilerici kesimlerin savunduğu neo-Keynesçi modelin uygulanmasının zemini bugün dünyada yok. Aşırı borçlanmış dünya ekonomisi, dünya ekonomisinde hakimiyeti çok artmış finansal sermaye, zirve yapmış bir küreselleşme, birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır emperyalist güçler varken ve kar oranlarının toparlanması konusunda umut ışığı görünmezken Keynesçiliği oluşturan tam istihdam, gelir adaleti, finansal düzenleme ve refah devleti tam bir hayal.
Kapitalizmin efendileri krizden çıkış reçetesine – yeni bir sermaye birikim modeline – sahip değiller. Onun için de emekçinin sırtına yüklenerek krizi ötelemeye devam ediyorlar, edecekler. Ta ki emekçiler bu gidişe bir dur diyene kadar.
2008 krizi sonrasındaki dönemde küresel ekonomiyi ayakta tutan Çin olmuş, hammadde ve emtia talebiyle gelişmekte olan piyasaları canlandırmıştı. Ancak artık Çin de aynı hızda büyümüyor, ekonomisi borç sarmalına girdi, orada da balonlar patlıyor. Çin’de 300 milyar dolar borçla batık durumda olan Evergrand inşaat devi, Çin gayrisafi hasılasının yüzde 25’ini oluşturan inşaat sektörünün dev bir borç balonu üzerinde uçmaya çalıştığını gözler önüne serdi. Neticede Çin bu defa gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine itki vermiyor. Neticede 2000’li yıllar boyunca çok borçlanan ve pandemi döneminde borçları zirve yapan gelişmekte olan ülkelerin bir kısmının 2015’te Yunanistan, 2019’da Lübnan örneğinde olduğu gibi batması ihtimali var. Az gelişmiş ülkelerdeki kırılganlıklar olağanüstü artmış durumda. Emperyalist sistemin zayıf halkası olan bu ülkelerin istikrarsızlıklarla sarsılması; isyanlar, darbeler, iç savaşlar ve büyük sınıf mücadelelerine sahne olması kaçınılmaz görünüyor.
Emperyalizmin merkez ülkeleri bu sefer çok daha büyük meblağlarla bir parasal genişleme politikası yaşama geçirmeyi hedeflese de işler eskisinden daha kötü durumda. Mesela küresel rezerv para olma özelliğine dayanarak sınırsız para basabileceğini düşünen ABD için tehlike çanları çalıyor. ABD’de enflasyon artışının kapıda olduğu; %5’leri aşacak bir enflasyonun kalıcı olabileceği konuşuluyor. Enflasyon iyiden iyiye yükseldiğinde bedavaya kredi verip para basmaya devam edemezler. Ellerindeki “en güçlü(!)” krizle mücadele aracı da böylece boşa çıkmış olur. En kırılgan ekonomiler olarak geçen Türkiye, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerin ise böyle bir opsiyonu zaten yok; bu ekonomilerde para basmak yerel paranın hızla değer kaybetmesi, hiperenflasyon ve çöküşten başka bir anlam taşımıyor.
Gıda ve İklim Krizi
Dünya ekonomisi tükenmiş bir kapitalizmin elinde nefes almakta güçlük çekerken, gezegenin ekosistemi, gıda havzaları, su kaynakları, ormanları, enerji sistemi hidrokarbon tüketimine dayalı bir kapitalist modelin elinde gerçekten nefes almakta zorlanıyor. Küresel iklim değişikliği, kötümser tahminlerden bile daha şiddetli ve daha hızlı bir şekilde gelişimini sürdürüyor. Emperyalist merkezler ise ekolojik felaket karşısında göstermelik toplantılar yaparken bir yandan da şirket karlarını artırmak için doğayı talan eden sömürücü modele liderlik etmeye devam ediyor. Bu göz boyama çabaları, kapitalizmin yok olmanın eşiğine getirdiği gezegenimizdeki doğal yaşamı kurtarmasının imkansız olduğunu göstermekten başka bir işe yaramıyor. Kapitalizmin egemen üretim tarzı olmasıyla başlayan bu süreç, emperyalizmle hızlandı ve bugünkü kritik noktaya geldik. Küresel ısınma İngiltere ve Kıta Avrupası, Amerika, Kanada ve Japonya gibi merkezler eliyle ilerledi, dünyanın geri kalanını doğrudan sömürgeci ve kapitalist emperyalist zorlama ile içine çekerek hızlandı. CO2 emisyonu açısından baktığımızda, sanayileşmeden bu yana gerçekleşen emisyonun yarısından fazlası, bu kapitalist emperyalist ülkelerin ürünü. Gelgelelim bugün Çin ve Hindistan gibi ülkeler hızlı ekonomik büyümelerini yavaşlatacak bir takım tedbirleri almaktan kaçınıyorlar. Oysa Çin ve Hindistan Batılı ülkelerin tüketim düzeyine ulaştığında küresel ısınma dünyayı çoktan yaşanmaz hale getirmiş olacak. Bir kez daha ulus devletlere bölünmüş, serbest piyasacı, emperyalist dünya sisteminin insanlığın önündeki en büyük engel olduğu ortaya çıkıyor. Hâlbuki iklim kriziyle çok daha radikal biçimde mücadele edecek ve gezegenimizi kurtaracak ekonomik ve toplumsal kaynaklar mevcut. Ama bu kaynaklar bir avuç süper zenginin serveti olarak istiflenmeye devam ediyor. Diğer taraftan kapitalist işleyişin kendisi, kar hırsı ve açgözlülük ekolojik dengeyle tümden uyumsuzdur. Örneğin kapitalist kar makinası, CO2’yi tutan ve temizleyen yağmur ormanlarını yok etmeye devam ediyor. Ekolojik yaşam ile kapitalizm arasında çelişkiler asla uzlaştırılabilir değildir. Yeşil kapitalizm koca bir yalandan başkası olamaz.
Ekolojik kriz bir yandan da kapitalist ekonomik kriz ile birleşerek bizleri gelecekte nelerin bekleyebileceğine dair ipuçları veriyor. Bunun 2021’deki yansımalarını küresel gıda krizi ve açlık biçiminde yaşıyoruz. Ekim ayında yayımlanan 2021 Küresel Açlık Endeksi (GHI) raporu, dünya çapında yoksul ve emekçi nüfus arasında artan açlık seviyelerini ortaya koydu. Rapor, “iklim krizinin, COVID-19 pandemisinin ve giderek daha şiddetli ve uzun süreli olan savaşların zehirli karışımının sonucu olan korkunç bir açlık durumuna” dikkat çekiyor. İşsizlik, gelir kayıpları ve yüksek enflasyon emekçilerin alım gücünü düşürüp ve hızlı yoksullaşmaya yol açarken bu duruma eklenen gıda fiyatlarındaki büyük artışlar yüz milyonlarca insanın açlık sınırının altına düşmesine neden oluyor. Ödenemeyen kiralar, ödenemeyen faturalar ve kredi borçları, kış mevsiminde alınamayan doğal gaz ve akaryakıt kuyrukları… Bu ağır şartlar, emekçileri mücadeleye çekerken, başlayan mücadelelerin yaygınlaşması ve dahası radikalleşmesi egemen sınıfların korkulu rüyası durumunda. Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) eylül raporunda yıllık gıda fiyatı artışını %32.8 olarak açıklarken FAO’nun gıda endeksi Arap isyanlarının yaşandığı 2011’den sonra ilk defa 133 gibi rekor seviyelere ulaşmış durumda. Bu seviyelerin daha da yükselmesine kesin gözüyle bakıldığı için kapitalistlerin açlık isyanlarından korkması gayet normal. Mesele bu korkuyu kabusa çevirmektir.
Birleşmiş Milletler, dünyanın son 50 yılın en kötü gıda kriziyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarmıştı. Diğer tarafta ise dünyanın birçok ülkesinde burjuva hükümetlerin borç bataklığında çökme ihtimali, kitlesel açlığın ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini ortaya koyuyor. Emekçilerin büyük bir hızla açlık sınırının altına düştüğü Lübnan örneği önümüzde duruyor. FAO Genel Direktörü Qu Dongyu’nun aşağıdaki sözleri durumu özetler nitelikte “Bugün birden fazla alanda benzeri görülmemiş gıda krizleriyle karşı karşıyayız. Açlık ve açlığa bağlı ölümler günümüzün bir gerçeği … 2021’in sonuna yaklaşırken durum kötüleşmeye devam ediyor.”
Az gelişmiş ülkelerde ailelerin hane gelirlerinin yarısını ya da daha fazlasını gıda için harcadığı bilindiğine göre son bir yılda gıda fiyatlarında yaşanan %32’lik bir artışın yetersiz beslenmeye yol açacağını öngörmek hiç de zor değildir. Kitlesel açlık tarih boyunca isyanlara sebep olmuştur. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 2011’deki Arap isyanları gıda fiyatlarındaki şiddetli yükselişle başlamıştı. Şimdi bu ihtimaller her zamankinden daha güçlü.
Devrimci sosyalistler, çevre mücadelelerinin öncüsü olmak için mücadele etmeli; gezegeni kurtarmak için, başta gıda olmak üzere nüfusun temel ihtiyaçlarının karşılandığı ve doğal kaynakların sürdürülebilir şekilde kullanıldığı bir yaşam için kapitalizmin yıkılmasının zorunlu olduğunu savunan radikal bir programın bayraktarlığını yapmalıdır.
Kıskaca Alınan Gençlik Ufuktaki İsyanlara Hazırlanıyor
İşsizliğin ve kötü şartlarda güvencesiz çalışmanın en çok etkilediği kesim gençler. Gençliğin karşı karşıya kaldığı umutsuz durum önümüzdeki dönemin en belirleyici etmenlerinden birisi olacaktır. Gençliğin giderek niteliksizleşen eğitim sistemine, işsizliğe, berbat çalışma koşullarına, vahşi sömürüye, giderek iğrenç bir hal alan toplumsal eşitsizliklere ve gözü dönmüş otoriter politikacılara karşı isyanı büyümektedir. Bunun en iyi örneğini emekçileri vuran vergi artışlarına, yolsuzluklara ve sağlık sisteminin özelleştirilmesine, baskılara ve kapitalistleri kurtarma paketlerine karşı bu yılın mayıs ve haziran aylarında isyan eden Kolombiya gençliği gösterdi. Sokaklarda cesurca savaşan ve yüzün üzerinde can kaybı veren Kolombiya gençliği, önderliksiz olmanın handikaplarını yaşadığı için geri çekilse de hükümete geri adım attırmayı başardı ve devrimci potansiyelini ortaya koydu.
Metro ücretlerindeki artış bardağı taşıran son damla olduğunda Şilili öğrencilerin 2019’da nasıl ayağa kalktığına ve bir bütün olarak yoksul halkın Pinoşecilikten miras kalan rejime ve hükümete karşı genel bir isyanına yol açtığına zaten tanık olmuştuk.
2021’e ait bir başka örneği genç işsizliğin resmi rakamlara göre %40 olduğu İspanya’dan verebiliriz. Radikal ve popüler bir rapçinin tutuklanmasını izleyen kitlesel ayaklanma ve protestolar gençliğin radikalleşmesine dair bir başka göstergedir. George Floyd’un öldürülmesinin ardından ABD’yi sarsan isyanda siyahi gençlik, polis ırkçılığına ve Trump hükümetine karşı beyaz gençlerle birlikte hareket etti.
Ortadoğu’da, Asya ve Latin Amerika’da ve dünyanın birçok bölgesinde gençliğin öfkesi büyümektedir. Bu öfke gençliğin başını çektiği radikal protestolarda kendisini gösteriyor. Ne var ki devrimci öncü partilerin var olmayışı, kendiliğinden patlayan eylemlerdeki perspektif eksikliği ve koordinasyon sıkıntısı, radikalleşmeyi büyük ölçüde baltalamakta, uzlaşmacı burjuva politikacıların ve sendikacıların frenleyici müdahalelerine alanlar açmaktadır.
Bu yüzden gençliğin güçlü eylemci tavrının Marksist bir içerik kazanması hayati önemdedir. Kapitalist geleceksizliğe karşı isyan eden gençliğin eylemlerinin mantıksal rotası sosyalizme ve Marksizme doğrudur. Gençliğin sosyalizme kayışta olduğuna dair birçok anket, rapor ve araştırma son yıllarda basının sayfaları süsledi. Bunun billurlaşmış biçimlerinin kendisini ifade etmesi ise ancak örgütlü devrimci sosyalist alternatifin ilerlemesine bağlıdır.
Sınıf Mücadelesi Küresel Çapta Yükseliyor
Kapitalizmin krizine koşut biçimde işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak sınıf mücadelesini dünya genelinde yükselttiğini görüyoruz. ABD’deki son grev hareketi, Güney Kore ve Hindistan’daki genel grevler, İran işçi sınıfının radikal eylemleri, İspanya ve Güney Afrika’daki metal işçileri, Portekiz’de metro işçileri, Almanya’daki nakliye işçileri, Tunus’taki genel işçi eylemleri ve Türkiye’deki birçok farklı sektörde yükselen işçi hareketi bunlardan sadece bazıları. Bütün bu grev ve direnişler küresel bir işçi sınıfı yükselişinin parçasıdır. Kapitalizm küresel olarak bütünleşmiştir ve bu nedenle işçilerin tüm önemli mücadeleleri uluslararası bir karakter kazanmaktadır. Bunun bir neticesi olarak küresel çapta emekçiler arasında sınıf bilinci yükselmektedir. Özellikle pandemi boyunca neoliberal politikaların çökerttiği sağlık sistemlerinin yıkıntıları arasında hayatlarını riske atarak fedakarca çalışan sağlık emekçilerinin tüm dünyadaki eylemleri, yine salgının en hassas zamanlarında ön cephede çalışmak zorunda olan lojistik işçilerinin mücadeleleri emekçiler arasındaki farkındalığı yükseltti. Sistemin kar maksimizasyonu için ne sağlık sistemini ne de çalışanların hayatını umursaması, buna karşın bu süreçte kapitalistlerin devasa servetler elde etmesi, kapitalizme karşı öfke birikimine neden oldu. Ekonomik kriz koşullarında işsizlik ve hayat pahalılığının işçileri derinden etkilemesi ve emekçilerin giderek daha da güvencesiz koşullarda çalışmaya zorlanması işçileri daha eylemci olmaya zorluyor. Yani işçi sınıfı eylemlerinin yükselişe geçmesi nesnel bir süreçtir. Buradaki kritik nokta işçi sınıfının sendikal bürokrasinin engellemelerini aşması ve işyerlerinden yükselen yeni bir işçi radikalizminin hoşnutsuz tüm toplumsal kesimleri peşine takabilmesidir. Yoksulların, işsizlerin, gençlerin, kadınların ve ezilenlerin patlama noktasında olan öfkeleri, örgütlü işçi sınıfının hareketiyle birleştiğinde, işte o zaman, kapitalizmin başı ciddi belada olacaktır. Bunun için de yeni filizlenen canlı dinamikleri öne çıkaracak olan işyerleri taban inisiyatiflerinin ve komitelerinin önemi çok büyük. Bürokrasinin üstesinden gelmek için taban örgütlerini teşvik etmek, sendika şubelerini ve delegeleri kazanmak için mücadele etmek, bürokrasi karşıtı ve sınıf temelli akımları birleştirmek ve mücadelelerin koordinasyonunu sağlamak bu dönem için hayati önemdeki görevlerdir.
Genç işçiler arasından Marksist kadrolar yetiştirmek ve bunlar arasında ülke sathında sektörel bağlar kurmak, sınıf mücadelesinin eşik atlaması için büyük bir önem taşıyor. Sosyalistlerin kritik görevi küresel kapitalizme karşı işçi sınıfını belirleyici kavgalara hazırlayabilmektir.
Kadınların küresel isyanı devam ediyor
Son yılların en önemli özelliklerinden birisi hakları için mücadele eden küresel kadın hareketinin ortaya çıkması olmuştu. Kürtaj yasaklarına, kadın cinayetlerine, taciz ve tecavüze, cinsiyetçiliğe ve ayrımcılığa karşı dünya çapında kadın eylemleri gerçekleşiyor. Kadınların seferberliği Arjantin ve İrlanda gibi çeşitli ülkelerde kürtajın yasallaştırılması konusunda önemli zaferler elde etmiş ve bu sorunların varlığının en geniş toplum kesimlerde kabul görmesini sağlamıştır.
Aynı şekilde LGBTİQ hareketi de şiddete ve ayrımcılığa karşı eşit haklar için dünya çapında seslerini yükseltiyorlar. Kadınların ve LGBTIQ bireylerin cinsiyetçi kapitalist sistemle hesaplaşmak için eylem sahasına inmesi radikalleşmenin önünü açıyor. Bu öfkenin genel bir sistem karşıtlığına dönüşerek sosyalist kanallara yönlendirilmesi büyük bir önem taşımakta.
Kapitalizmin krizinden en çok etkilenenler, ilk işten çıkarılanlar, düşük ücretleri ve güvencesiz işleri kabul etmek zorunda kalanlar, yoksulluğu ve açlığı daha sert bir şekilde deneyimleyenler emekçi kadınlar oluyor. Az gelişmiş ülkelerde açlığın kemikli eli yoksul ailelerin, kadınların ve çocukların boğazına yapışmış durumda. Emekçi kadınlar bu yüzden sınıf mücadelesinde öne çıkmaya hazırlar. Biriken öfke muazzam. Halihazırda sınıf mücadelesinin birçok cephesinde başı çeken emekçi kadınlar ve radikalleşen genç kadınlar içerisinden Marksist öncü kadrolar yetiştirmek büyük önem taşıyor. İş yerlerinde, okullarda ve mahallelerde örgütlü mücadele etmek, sömürü ve cinsiyetçilik karşısında kadınların güçlenmesinin yegane yoludur. Devrimci sosyalistler, sistemin savunmasız kurbanları olmak yerine yeni bir hayatın savaşçısı olmak için can atan öncü kadınları örgütleyebilmelidir.
LGBTI+ ve kadın hareketi içerisinde güçlü bir reformist eğilim ve yine güçlü olan kimlik politikalarının savunucularının hem örgütsel hem de ideolojik etkileri bulunuyor. Ezilmenin kaynağına kapitalizmi yerleştirmeyen bu eğilimler harekete kısmi kazanımlarla yetinmeyi öğütlemektedir. Hedef tahtasına o kimlikten olmayanları koyan kimlikçi siyaset hem kadın ve LGBTI+ mücadelesine destek verecek geniş kesimleri izole etmekte hem de işçi sınıfının birliğine darbe indirmektedir. Kadın ve LGBTI+ mücadelesini sonuçta öze dokunmayan vitrinlik kazanımlarla sınırlandırma peşindeki bu iki eğilim çıkmaz sokaktır ve özünde hareketin gücüne darbe vurmaktadır. Sınıfçı ve sosyalist bir bakış açısıyla bu etkilere karşı mücadele etmek hareketin daha ileri gidebilmesi için hayati önemdedir.
Otoriterleşme, Demokratik Haklara Saldırı ve Faşist Tehlike
İçinden geçtiğimiz dönemin bir diğer ayırt edici özelliği, demokratik haklara saldırıların yoğunlaşması, otoriterleşme ve faşizm tehlikesinin ciddi bir boyuta yükselmesidir. Kapitalizmin krizi derinleştiği ölçüde burjuva demokrasisinin geleneksel kurumsallığının ve liberal hegemonyanın sarsıldığını görüyoruz. Tıpkı 1920’ler ve 1930’larda olduğu gibi dünya çapında egemen sınıfların giderek genişleyen kesimleri, burjuva demokratik işleyişi bir ayak bağı olarak görmeye ve aşırı sağcı-faşizan yönetimleri “çözüm” olarak düşünmeye başlıyor.
Dünyada liberal parlamenter sistemlerin geleneksel kabeleri olan ABD ve Batı Avrupa’da belirgin eğilimler gün yüzüne çıkıyor. Trump’ın “ABD’yi ele geçiren radikal sosyalistler”e sövüp sayarken hala büyük beğeni ve popülariteye sahip olabilmesi, ABD açısından şu anda bu eğilimin en açık ve tehlikeli ifadesidir. Seçim yenilgisinin üzerinden 10 ay geçmesine rağmen Trump, ABD egemen sınıflarının önemli bir bölümünün temsilcisi olan Cumhuriyetçi Parti’nin lideri olarak konumunu daha da güçlendirmiş durumda.
Biden yönetiminin fiyaskoları, emekçilerin ve gençlerin uğradığı hayal kırıklığı yoğunlaştıkça Trump ya da bir benzerinin ABD başkanlığına daha güçlü bir şekilde geri dönmesi ihtimali güçleniyor. ABD’de iki parti sistemini yıkacak güçte ve perspektifte bir radikal sınıf hareketi başarı kazanamazsa Cumhuriyetçi Parti kanalıyla sağ popülizm, otoriterlik ve faşist hareketlerin tehlikeli bir şekilde güç kazanacağı ortadadır. Bu yüzden ABD’de yükselen sınıf mücadelesini ve solcu dinamizmi, burjuva kanatlardan tamamen bağımsız olan sol bir projeye yöneltmek yerine emperyalist Demokrat Parti makinasının peşine takan bunu teorize eden ve giderek sağa kayan Demokratik Sosyalistler gibi (DSA) akımların oynadığı tehlikeli rolün altını bir kez daha çizmek gerekiyor.
Avrupa’da da aşırı sağ ekonomik kriz, göçmen düşmanlığı ve İslamofobi üzerinden güçlenmesini sürdürüyor. Aşırı sağcı partiler bugün Avrupa’daki hemen her ülke parlamentosunda güçlü mevzilere sahip. Devrimci solun toplumsal hoşnutsuzluğu örgütleyemediği her durumda kendisini sistem karşıtı olarak gösteren sağ popülist, aşırı sağcı ya da faşist demagoglara alan açılıyor. Bunun son örneğini Fransa’da görüyoruz. Siyaset sahnesinde, Le Pen gibi bir aşırı sağcı yetmiyormuş gibi şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onunla yarışan ikinci bir aşırı sağ politikacı, Eric Zemmour, anketlerde büyük sıçrama yaparak ikinciliğe yükseldi. Oysa Fransa sınıf mücadelesi geçtiğimiz yıllarda çok radikal biçimler almıştı. Gerek Sarı Yelekliler eylemi gerekse de metro ve demiryolu işçilerinin grevleri Fransa’yı derinden etkilemişti. Ne yazık ki bu eylemleri ileri taşıyabilen, eylemcileri örgütleyebilen devrimci bir sol olmadığında ya da yetersiz kaldığında bu durumdan karlı çıkan aşırı sağ ve faşist hareketler oluyor.
Fransa’daki bu örnek, işçi eylemleri ve sokak gösterilerinin içerisinden devrimci örgütlere katılan bir öncü tabakanın ortaya çıkmasının ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyor. Bu tabaka hem işçi hareketindeki fikirsel radikalleşmeyi hem de işçi sınıfının geneli ile devrimci örgütler arasında bağlar kurmayı sağlayacaktır. Eğer devrimci örgütlere katılım gerçekleşmezse eylemsel radikalliğin hızla geri çekildiğini, fikirsel boyutta sola kayışın çok sınırlı kaldığını ve meydanın sağa terk edildiğini görüyoruz. Diğer taraftan böyle bir öncü işçi ve gençlik tabakasının ortaya çıkması için evvela devrimci örgütlerin yeterince güçlü olması gerekir ki işçiler bu örgütleri fark edebilsin ya da veri olarak alabilsin. Sistem eleştirisinin devrimci biçimi zayıf kalırsa sol adına konuşan reformistler ve yönettiği sol sendika bürokrasileri, herkesçe bilinen sisteme bağlılıklarıyla ibrenin sağa kaymasına neden olur. Bu ayrıcalıklı bürokrat tabakası, sınıf mücadelesini baltalayıcı rolleriyle aşırı sağın yükselmesinde büyük pay sahibidir.
Aşırı sağın yükseliş tehlikesinin yanısıra sistemin otoriter eğilimleri güçleniyor. Dünyanın birçok ülkesinde halihazırda demokratik haklar ya hemen hiç kullanılamıyor ya da ağır saldırılarla karşı karşıya. Modi, Erdoğan, Orban, Bolsonaro vb aşırı sağcı liderler yerleştirmeye çalıştıkları otoriter rejimlerinde demokratik haklara köklü saldırılar gerçekleştiriyor. Öte yandan Çin’den Rusya’ya, İran’dan Arap şeyhliklerine, Nikaragua’dan Belarus’a ve Afrika’da birçok ülkede demokratik hakların kullanımı neredeyse hiç mümkün değil. Afrika’da askeri darbeler, son örneği Sudan’da görüldüğü üzere, çok daha sık yaşanır hale geldi. Myanmar’daki kanlı cuntaya karşı direnen halkın kahramanca özverisi henüz sonuç almış değil. Bolivya’da Evo Morales’in iktidardan indirildiği sağcı darbenin yankıları Latin Amerika’da hala canlılığını koruyor.
Aşırı sağın, faşist sokak hareketlerinin ya da sağ popülist ve demagog olan otoriter liderlerin yarattığı tehlike küçümsenmeyecek düzeydedir. Aşırı sağcı reaksiyonu engellemenin kesin yolu sınıf mücadelesini yükseltmektir. Sınıf mücadelesi ve sosyalizm, kapitalist krize karşı en kesin cevap olduğu için yeni bir düzenin gelme umudu aşırı sağın güçlenme fırsatını elinden alacaktır. İşçi sınıfı eylemleri aşırı sağın alanlarını daraltır. İşçi eylemleri, doğası gereği enternasyonalist olduğu için işçi sınıfını bölen ırkçı, dinci ve göçmen karşıtı eğilimlerin fikirsel anlamda da panzehiridir.
Her türlü demokratik mevziyi korumak sosyalistlerin en birincil görevleri arasındadır. Demokratik haklar mücadelesi sosyalist devrim mücadelesinin temel yapı taşıdır. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, basın özgürlüğü, temel insan hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile sendikal haklar işçi sınıfının nefes alıp verebildiği atmosferi oluşturur. Devrimci sosyalistler ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini temel alır. Bütün bunları kıskanç bir şekilde savunmak işçi sınıfının ve sosyalistlerin temel görevidir.
Faşistlerin sokak güçleri sosyalistlerin özel önlem alması gereken başka bir başlıktır. Faşist çeteler, örgütlenme imkanı bulduklarında, devletlerden de aldıkları destekle, güçlenip sola ve ezilenlere yönelik şiddet eylemleri gerçekleştirirler. Devrimcilerin bu süreci pasifçe seyretmesi söz konusu olamaz. Devrimci sosyalistler anti-faşist mücadelede başı çekmeli ve faşist örgütlerin hareket ve örgütlenme alanlarını sürekli daraltmanın mücadelesi içerisinde olmalıdır. Dünyanın birçok noktasında güçlü bir dinamizm oluşturan antifaşist güçlerin Marksizme ve sınıf perspektifine kazanılması büyük önem taşımaktadır.
Emperyalist Dengeler, Sarsıntılar ve Gerilimler İçerisinde Yerinden Oynuyor
Son yılların deneyimi kapitalist ekonomik krizle birlikte emperyalist çekişmelerin de şiddetlendiğini, dengelerin değişmekte olduğunu ve alt-emperyalist güçlerin de müdahil olduğu savaşların yaygınlık kazandığını gösteriyor. Afganistan, Karabağ, Ukrayna, Libya, Suriye, Rojava, Filistin, Yemen, Etiyopya, Batı Sahra, Sudan, Eritre, Nijerya, Keşmir ve diğerleri son yıllarda savaşların yaşandığı ülkeler oldu. Emperyalist büyük güçlerin çoğunlukla sahadaki vekilleri ile dahil olduğu bu savaşlar ve kapıda olan yenileri, kapitalist krizle birlikte daha tehlikeli biçimlere dönüşme ihtimali taşıyor.
Çin’in yirminci yüzyılın son çeyreğinden beridir yakaladığı olağanüstü sömürü ve büyüme süreci emperyalist sistemin dinamiklerini yerinden oynatıyor. Dünyanın tek süper gücü olma konumunu adım adım yitiren ABD emperyalizmi ise var gücüyle Çin’i çevreleme politikasına yatırım yapıyor. ABD’nin Çin’e karşı ekonomik, politik ve ideolojik alanda başlattığı mücadele; küresel silahlanmayı tırmandıran bir kuşatma stratejisine dönüştü. Uzun yıllar boyunca Çin’in resmi doktrini olan barışçıl yükseliş politikası Şi Cinping ile yerini daha iddialı ve agresif bir dış politikaya bırakmış durumda. ÇKP rejimi devlet kaynaklarını teknolojik gelişmeyi ve askeri kapasitesini geliştirecek biçimde yönlendiriyor. Buna karşılık ABD özellikle Güney Asya’da askeri-politik faaliyetlerini ve konumunu güçlendirmeye devam ediyor. Bunun son örneğini, Çin’in büyük ticari ortağı olan Avusturalya’nın yoğun tepkiye rağmen, ABD ve İngiltere ile savunma işbirliği anlaşması yapmasında gördük. Trans Pasifik Ticaret Antlaşması, Çin’in yükselişinden kaygılanan Japonya, Vietnam, Malezya ve Singapur gibi ülkeleri ABD ile bir araya getiriyor. Tayvan, Hong Kong, Güney Çin Denizi ve Tibet gibi meseleler önümüzdeki yıllarda da dünya halkları için son derece tehlikeli sıcak savaş gerekçeleri olmayı sürdürecek.
Gerilemekte olan ABD ile yükselen Çin arasındaki emperyalist gerilimlerin derinleşmesi, gelecekte insanlığın selameti açısından öngörülemeyen sonuçları olan yeni bir dünya savaşına doğru evrilebilir. Bu çekişmede ilerici bir kamp yok. Devrimci sosyalistler bağımsız kalmalı ve emperyalist güçlerin işçi sınıfına ve halklara karşı olan tüm çıkarlarını kınamalıdır.
Gücünün sınırlarının farkında olan ABD emperyalizmi Çin’i çevreleme stratejisi için Ortadoğu’daki ağırlığını azaltıyor. Bizler de bunun çarpıcı sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. ABD işgalinin yüz kızartıcı bir sonla bittiği ve Taliban’ın büyük zafer kazandığı Afganistan bunun son örneğini oluşturuyor. Ortadoğu’da ABD’nin boşalttığı alanları doldurmak konusunda Rusya, Türkiye, İran, Suudi Arabistan, İsrail vb arasında büyük bir çekişme yaşanıyor. Bu çekişmelerin çok kanlı geçtiğini, bölgesel güçlerin vekil güçleri aracılığıyla kanlı iç savaşlar örgütlediğini uzun uzun anlatmaya gerek yok.
Kapitalizm krizle sarsıldıkça egemen sınıflar, burjuva devletler ve politikacılar da daha dengesiz hale geliyor. Emperyalizmin ve kapitalist ulus devlet sisteminin sınırsız kar ve servet peşinde koşmak yönündeki azgın doğası; kriz koşullarında maceracı eğilimlere ve dahası savaşlara kapı aralıyor. Emperyalist savaşa karşı mücadele edebilecek tek toplumsal güç, uluslararası işçi sınıfıdır. Emperyalizmi savaşlara sürükleyen aynı nesnel toplumsal süreçler işçi sınıfını devrimci saflara doğru sürüklemektedir. Bu yüzden acil görevimiz, işçi sınıfının uluslararası devrimci sosyalist birliğini güçlendirmektir.
Örgütlenme ve Devrimci Sosyalist Perspektife Kayış Zorunluluğu
Kapitalist krizin yarattığı bunalım, 2020’li yıllar boyunca emekçi kitleleri eylem sahasına inmeye zorlayacak. Bu sadece bizim kendi iyimser beklentilerimiz değil. The Economist’in bir yan kuruluşu olan Economist Intelligence Unit, 2022’de dünyayı sallayacak on risk analizinde kitlesel toplumsal eylemlerin ortaya çıkması riskini “çok yüksek olasılık” olarak değerlendirdi. Alman emperyalizmine bağlı Friedrich Ebert Vakfı’nın protestoları ele alan incelemesindeki tahminler, önümüzdeki yılların 1848, 1917 ya da 1968 dönemlerine benzeyebileceği yönündeydi.
Biz Devrimci Marksistler, kapıdaki büyük fırsatların farkında olmalıyız. Diğer taraftan kitlesel eylemlerin örgütsüzlük ve perspektif noksanlığı anlamında büyük handikapları mevcut. 2019 yılının muazzam deneyimleri bu konuda açık göstergelerle dolu. Şili, Irak, Fransa ve birçok ülkede kahramanca mücadele eden göstericilerin burjuva devletler, hükümetler, sağ saldırganlar ve sol uzlaşmacı eğilimleri alt ederek birçok çetrefilli sorunu çözebilmesi kendi başlarına mümkün değildi. Bunun için kitlelerin sağlam bir devrimci perspektife ve etkin bir örgütlü güce sahip olmaları gerekir. Bir yandan burjuva devletin saldırganlığına direnmek, diğer yandan uzlaşmacı sol eğilimlerin kurnazca yaptığı sabotajları engellemek için Marksist örgütlülüğün kitleler nezdinde güç ve otorite kazanması gerekir.
Kitleler sola kaydıkça ve kızıl bir perspektif belirginleştikçe 2020’lerin isyanları devrimci bir niteliğe bürünecektir. Kapitalist krizin en vahşi sonuçlarına eylemler ve grevlerle cevap veren kitleler sosyalist fikirlere, sembollere ve devrimci örgütlere yöneldikçe yeni bir devrimci çağın kapıları aralanmış olacaktır.
Daha şimdiden kitleler, özellikle de gençlik sisteme karşı ciddi bir arayış içerisindedir. Bu çok önemlidir, çünkü arayış içerisinde olmadan ilerlemek mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ve gençlik,şimdi bu çok önemli bu aşamalardan geçiyor. Ama biliyoruz ki işçi sınıfı ve gençliğin eylemlerinin mantıksal sonuçlarına ulaşması için yani sosyalist devrimlerin gerçekleşmesi için devrimci Marksist örgütlenmelerin müdahalesine ihtiyaç var.
Bu konuda ISL’ye ve tüm devrimci Marksist yapılanmalara büyük görevler düşüyor. Kendiliğinden eylemlerin kızıl bir perspektife kayması ve örgütlülüğün yaygınlaşması bizlerin etkinliğine ve müdahalesine bağlı.
Bu anlamda sekterlikten, dar görüşlülükten, kör rekabetten arınmalı ve mümkün olan en geniş mücadele birliklerinde ortak çalışmalar örgütlemeliyiz. Ancak ortak mücadelelerle, arayış içerisindeki kitleler için bir alternatif olabilir, uzlaştırmacı sol eğilimlerin yatıştırıcı etkisini kırabiliriz. ISL devrimci gruplar arasında dayanışmanın ve ortak mücadele kültürünün gelişmesi için elinden geleni yapmaya hazırdır. ISL, ikincil farklılıkların yoldaşça tartışıldığı ama ayrılıklara gerekçe olmadığı yeni bir anlayış temelinde örgütlenmiş ve tüm dünyada büyük bir devrimci Marksist birlikteliği oluşturmak için kısa zamanda önemli aşamalar kaydetmiştir. ISL, devrimci dayanışmayı ve ısrarcı mücadeleyi yükselterek; kapitalizmin içinden geçtiğimiz tarihsel kriz döneminde sosyalist sıçramalar için bir odak noktası olacaktır.
Uzlaşmacı Eğilimlerin Yenilmesi ve İdeolojik Mücadele
Uçlaşmaya devam edecek olan toplumsal ve siyasi bir kutuplaşma sürecine tanık oluyoruz. Yukarıda uzun uzun bahsettiğimiz sağ eğilimler, mevcut durumun bir yüzü. Bu sürecin diğer yüzünde ise, kitle hareketinin giderek genişleyen kesimlerinin yüzünü sola dönüşü vardır. Devrimci sosyalistler örgütsel anlamda güçlenmediği sürece reformistler, kitlelerin bu yönelimini seçim düzlemine çekmeye; hükümetleri ve rejimleri kurtarmaya kanalize edecektir.
Kapitalist sistem ne zaman krize girse sistemin hasta bakıcıları olan reformist sol partiler ve çoğu durumda bu unsurların denetiminde olan sendikal bürokrasi, sistemin imdadına yetişmek için devreye girer. Son olarak Şili’de Concercation, Frente Amplio ve Komünist Parti; Kolombiya’da CUT; Hindistan’da Stalinist düzen partileri olan CPI ve CPI(M) protestoları ve grevleri frenlemek için büyük çaba harcayarak sistemi kurtarmak konusunda kritik roller üstlendiler.
Yakın geçmişte Fransa’da Komünist Parti ve Melenchon’un Sarı Yelekliler hareketi konusunda bocalaması Macron ve Le Pen’e yaramıştı. Almanya’da ise Die Linke’nin (Sol Parti) neo-liberalizme kayışı, aşırı sağcı AfD’nin önünü açmaya devam ediyor. Benzer şekilde, İtalyan Rifondazione Comunista, sokakları sağcı popülist 5 Yıldız Hareketi ve aşırı sağcı Kuzey İttifakı’na bırakmıştı. Yunanistan’da Euro-komünist Syriza, burjuvazinin kurtarıcısı oldu. İspanya’da Podemos kitle hareketini sınırlandırıp PSOE’ye hizmet etti. Brezilya’da PT hükümeti yarı faşist Bolsonaro’nun zaferini mümkün kıldı. Arjantin’de önce Cristina Fernandez hükümeti, şimdi de Fernandez-Kirchner ile birleşen PJ hükümeti sağın güçlenmesinin yolunu açtı. Venezuela’da sağın önemli bir aktör olmasından Maduro hükümeti sorumludur. Hindistan’da, Stalinist reformist partiler [HKP ve HKP(M)] otoriter sağcı popülist Modi’nin zeminini hazırladı. Bu örneklerin de dâhil olduğu pek çok benzer durumda reformist partiler, sosyal kesinti paketlerinden ve özelleştirmelerden oluşan neo-liberal politikaları destekledi. Bu güçleri yenilgiye uğratmadan kitle hareketinin önderliğini kazanmak ve kapitalist krizi sosyal devrime dönüştürmek mümkün değildir.
Bolşevik Parti modelini reddeden ve alternatif olarak- başka bazı güçlerin önerdiği gibi- reformcu kuvvetlerle birlikte büyük kitlesel partilerin kurulmasını kalıcı bir strateji olarak kabul eden Birleşik Sekreterya (USFI) reformizme uyum sağladıkça küçüldü ve etkisizleşti. Oysa tam aksine, devrimci sosyalistlerin birliği kendisini reformist ve merkezci soldan ayırmalıdır. Aynı zamanda, belli bir etkiye sahip oldukları her yerde mücadelenin ilerlemesinin ve devrimci liderliğin önüne engeller koyan şüpheci sekterlerle de yollar ayrılmalıdır. Bu, belirli durumlarda gelişebilecek farklı süreçler için muhtelif taktikler benimsememek anlamına gelmez, ancak bu taktikler her ülkede strateji haline getirilemez veya devrimci partilerin inşasıyla çelişemez.
Açılmakta olan yeni dönem, kitle partilerinden sosyalist sola doğru büyük kaymaları ve devrimci inşa için fırsatlar sağlayabilecek yeni sürprizleri beraberinde getirebilir.
Kitle hareketinin önündeki en büyük engellerden birisi de sınıf mücadelesinin zamanının geçtiğini savunan, siyasi iktidarın emekçi sınıflarca ele geçirilmesi mücadelesini kötüleyen, Stalinizmin suçlarını sosyalizme yükleyerek kara propaganda yapan anti-Marksist postmodern akımlardır. Aynı argümanların kapitalistlerin de tezleri olması hiç de şaşırtıcı değil. Postmodern entelektüeller ve gruplar, sol proje olarak kimlikler ve kültürler mücadelesini salık vererek muazzam bir gerici role sahip oluyorlar. Bu grupların belki de en iddialı önerileri olan kurtarılmış küçük otonomlar oluşturma projesinin ise sistemin işleyişine en ufak bir tehdit içermediğini deneyim defalarca göstermiştir.
Sistemin krizine devrimle yanıt vermek için uluslararası devrimci Marksist güçleri mümkün olan en geniş cephede birleştirmeyi ve güçlü ulusal seksiyonlar inşa etmeyi başarmak zorundayız. Bu güçleniş ancak ideolojik netlik, sağlam bir perspektif, sağlıklı bir işleyiş ve enerjik bir çalışmayla mümkün olabilir. Ancak bu şekilde sistemin hasta bakıcıları olan reformist bürokratları yenilgiye uğratabilir, devrimle düzen arasında bocalayan merkezci eğilimleri aşabiliriz. Kitlelerin o muazzam enerjisiyle devrimci Marksizmin örgütlü gücünü birleştirdiğimizde ön-devrimci dönemler ilerleyerek küresel bir devrimci duruma evrilecektir.