Covid-19 pandemisi dünya çapında ekonomileri fena çarptı. Düşen talep, işsizlik, artan yoksullaşma, halk nezdinde hoşnutsuzluk ve öfke… Eylül sonrasına dair umutlar da kararınca ekonomik yıkıntının büyüklüğü artıyor. Gelişmiş ülke merkez bankaları sıfıra yakın faizle piyasayı paraya boğsalar da toparlanma çok zayıf. Peki barutunu tüketme noktasına gelmiş olan ülkeler ne yapsın?
Türkiye gibi yükselen piyasalar (az gelişmiş ülkelerin bugünkü afilli ismi) 2000’ler boyunca gelişmiş ülkelerden bitmek bilmeyen sıcak para akışını sonuna kadar kullanarak borçluluklarını zirveye çıkardılar. Bu süreçte yerel paraların dolar karşısında değerlenmesi ithalatı körükledi, iç piyasada ithal ürünlerin o dönemki ucuzluğu karşısında birçok alanda yerli üretici dayanamadı. Kısacası aradan geçen 20 yılda üçüncü dünya ekonomileri her yönden dövize, dövizdeki hareketlere bağımlı hale geldi. 2015’te ABD Merkez Bankası’nın (FED) sıcak para akışını sekteye uğratacak bir para politikasına geçeceğini ilan etmesi, doları yerel para birimleri karşısında değerlendirirken gelişmekte olan ülke ekonomilerini krize itti.
AKP iktidarı o tarihten beri hamle üstüne hamleyle krizin görünür bir nitelik kazanmasını engellemeye, engelleyemiyorsa ötelemeye uğraştı durdu. 2016’daki darbe girişimi sonrasında ülkede otoriter tek adam rejiminin kurumsallaşması için kritik seçim yapıldığından ekonomik gidişatta teklememe olmaması çok kritikti. Merkezi davranabilen, piyasa kurallarını hiçe sayabilen, bütün kaynakları ekonominin çöküşünü engellemek için kullanabilen iktidarın bir dönem boyunca krizin yıkıcılığını öteleyebileceğini ama bu hamlenin uzun süre geçerli olamayacağını gördük. İlk bomba 2018 Ağustos’unda dövizdeki sıçrama, devamında faizlerde büyük artış ve enflasyonun zirve yapmasıyla patladı. Şimdi de yenisi yolda. Ama bu sefer 2018 Ağustos’u sonrasındaki kaynaklar da elde yok.
Nereye Kadar Kredi?
Ülke ekonomisi pandemiye iktidarın kendi bekası için tüketmeye yaklaştığı müdahale kaynaklarıyla girdi. 2018 Ağustos’unu kırılma noktası haline getiren, Erdoğan’ın düşük faizin tüketimi teşvik etmenin başlıca yolu olduğu inadı olmuştu. Aynı inatla bugün de devam ediyorlar. Saray’ın özel direktifleriyle kamu bankaları faiz oranını aylık %1’in altına çekmiş durumda. Özel bankalar da yaptırımlarla bu oranlara çekilebildiği kadar çekildi. 2020 başından itibaren tüketicilerin kullandığı kredi 700 milyar TL’yi aşmış durumda. Herhangi bir geliri olmayanlara bile bankalardan 2 bin TL’ye kadar kredi çekme imkanı getiriliyor.
Pandemide işsiz kalan ya da kısa çalışma ödeneği adı altında çok düşük bir gelire geçinmek zorunda kalan vatandaşa gerçek bir gelir desteği vermek yerine borçlan dediler, diyorlar.
Kullanılan kredilerin 343 milyar TL’si ihtiyaç, 239 milyar TL’si konut ve 8.6 milyar TL’si taşıt kredilerinden oluşuyor. İhtiyaç kredilerinin önemli bir kısmının eski borçları kapatmak için çekildiğini düşünebiliriz.
Türkiye’de toplam kredilerin %20’sini oluşturan bireysel kredilerin dışında 2018’den bu yana sürekli yapılandırılan ticari kredilerin (ki toplam kredilerin yaklaşık %80’ini oluşturuyor) önemli bir kısmının da pandemi döneminde batık olacağı açık. Kısacası kamu bankalarının verdiği kredilerin ciddi bir miktarı ödenemeyecek ve bu enkazın faturası da yeni vergilerle; kıdem tazminatı, işsizlik fonu gibi hakların gasp edilmesiyle yoksul halka kesilmeye çalışılacak.
Kredi kullanımının piyasayı canlandıracak şekilde harcandığı da muamma. Konut piyasası canlansın diye inanılmaz oranlara inen konut kredisine ilgi çok ama vatandaş uçuk fiyatlı sıfır evlere değil ikinci el evlere yöneliyor. 2020 Nisan-Haziran döneminde birinci el konut satışı geçen yılın aynı dönemine göre %8 düşük iken, ikinci el satışları %28 daha yüksek. Evler bir sahipten diğerine el değiştiriyor ama yeni inşaat projelerine, inşaat sektörünün canlanmasına, yeni işçi alımlarına yakıt olacak sıfır ev satışı hızlanmıyor. Yani konut kredilerindeki sıçrama istenilen sonuçları doğurmuyor.
Vergi Gelirleri de Düştü
2020 yılı vergi gelirleri açısından pek parlak bir yıl değil. Pandemi nedeniyle kamu kararıyla açılmayan işyerlerinin vergileri iptal edileceğine ertelenmişti. Sonuçta iktidar, vergi politikasını işçi, memur ve küçük esnaftan alınan vergilerle yoksul halkın KDV ve ÖTV ile vergilendirilmesi üzerine kurmuş; vazgeçer mi bu kaynaktan! Bir ülke düşünün bordrolu işçilerden alınan vergi, parababalarının vergisi olan Kurumlar Vergisi’nden daha fazla. Hatta daha çarpıcı olsun; içki içenlerin, sigara tüketenlerin ödediği KDV ve ÖTV, 848 bin Kurumlar Vergisi mükellefi şiş göbeğin ödediği meblağa eşit.
İktidarın bitmez destekleriyle parababaları pandemiden en az kayıpla çıksa da yoksul halk için manzara bambaşka. Bunun da yoksul halkı vergilendirmeye dayanan bütçeye yansımaları olacak tabi. 2020 başında 800 milyar tl vergi geliri toplamayı hedefleyen iktidarın bu yıl en az 300 milyar TL daha az vergi geliri elde edeceği öngörülüyor.
Pandemi döneminde kapatılan 400 bin işyerinin tam kapasiteyle işine geri başlamadığı, kiminin hiç açılmadığı; pandemi nedeniyle fiilen iş kaybının 9.5 milyon olduğu koşullarda bütçenin %75’ini oluşturan vergilerdeki kayıp Eylül’de devam edecek pandeminin ekonomik etkilerini azaltmak konusunda eli kolu daha çok bağlayacak.
Elde Rezerv Kalmayana Dek
İktidarın 2018 Ağustos’undan çıkardığı temel ders, ne yapıp ne edip dövizdeki yükselişin önünü kesmek oldu. Dövizdeki değerlenme bir yandan faizler üzerinde artış baskısı yaratıyor diğer yandan her kolundan ithalata bağımlı hale gelmiş ülkede üretilen her ürünün fiyatını yükseltip enflasyonu sıçratıyor. Sonuç ise yoksullaşan vatandaşta kriz algısının gelişmesi ve hoşnutsuzluğun iktidara oy kaybı olarak dönüşü oluyor. İhtiyaç duyduğu %51’in gerisine düşen iktidarın bu sarmala tahammülü olmadığından dövizi kontrol altında tutmak için Merkez Bankası rezervleri, özel bankalardan yapılan swap’lar, bulunabilirse uluslararası swap anlaşmalarından elde edilen bütün dövizler bu işe koşuldu.
ABD Yatırım Bankası Goldman Sachs, 2020 boyunca Türkiye’nin döviz müdahaleleri için yaklaşık 60 milyar dolar harcadığını tahmin ediyor. ABD’nin pandemi performansının kötülüğü, Eylül sonrası için de umut vaat etmemesi nedeniyle uluslararası olarak dolar zayıflarken Türkiye’de doların yükselişini engellemek için Merkez Bankası kamu bankaları eliyle sürekli döviz satıyor. Ama kimi zaman bu çabalar da yetmiyor; Mayıs’taki ciddi sıçrama sonrasında bugünlerde de döviz artış eğiliminde.
Mayıs’ta 2018 Ağustos’unu andıran sıçrama Katar’la yapılan swap anlaşmasıyla 6.85’lerde tutulmuştu. Bugün ise işler daha zor çünkü döviz kaynakları giderek kuruyor.
Borç Çok, Ödemeye Döviz Yok
TL için işler zor dedik çünkü ülkede sürekli bir döviz ihtiyacı var. İthalata bağımlı bir ekonomi var; üretim için döviz lazım. Özel sektör başta olmak üzere borçlu bir ekonomi var; borçları çevirebilmek için döviz lazım. Ama döviz girişinde büyük sıkıntı var. Türkiye’nin ihracat gelirlerinin dört biri kadar döviz elde ettiği turizm kaynakları bu yıl zorda. 2019 yılında 33 milyar dolar olan turizm gelirinin yüzde 50’sinden fazlasını kaybedeceği öngörülüyor. İhracatımızın temel adresi AB ekonomisi iyi sinyaller vermiyor. Örneğin sıkıntı içinde olan otomotiv sektörüne çalışan Bursa, Gebze gibi ağır sanayiye bunun gelir ve döviz kaybı olarak yansıması olacak.
2002’den beri sıcak paranın membaı olmuş yabancı yatırımcının da bir yatırım alanı olarak Türkiye’den vazgeçtiği her geçen gün açıklık kazanıyor. Son 12 ayda yabancı yatırımcının 12 milyar dolar değerinde bir çıkış yaptı. Son 5 yılda yabancı sermayenin doğrudan yatırımları %54 gerilerken Borsa İstanbul’da yabancı payı AKP’li yıllar boyunca ilk defa %50’nin altına indi. Devlet tahvilleri alımlarında da yabancı payı parlak dönemlerdeki %20’lerden %4’lere kadar gerilemiş durumda.
MB rezervleri de eskisi gibi değil. Kısacası döviz açığını kapatmak, 2020 içinde ödenmesi gereken 170 milyar dolar için döviz bulmak kolay görünmüyor. Ki borç ödenmesi için gereken döviz talebinin dışında TL’deki değer kaybı nedeniyle döviz mevduatına yüklenen vatandaşın talebi ve onun yarattığı artış ivmesi de cabası. Toplam mevduatlar içinde döviz payı 2020 Temmuz’unda %47,8 yükselmiş; yurt içi yerleşiklerin döviz mevduatı 204 milyar dolarla rekor kırmış durumda.
Sonuç Niyetine
Dövizde son günlerdeki artış ekonomi açısından tehlikeli gidişata işaret ediyor. Döviz bulma kanalları tıkalı olan iktidar için borçla, emanetle dövize müdahalenin sınırları gözüküyor. Turizmden, ithalattan, yabancı yatırımcıdan, uluslararası swap’tan, yani herhangi bir kanaldan ciddi bir döviz akışı olmazsa hikayenin sonu pandeminin yarattığı yıkımla da birleşince Ağustos 2018’i aratacaktır. Bu koşullarda yoksul halkın tepkisinin sadece oy sandıklarında kalmayabileceğini; kişisel felakete dönüşen işsizliğin sokakta kendiliğinden tepkileri tetikleyebileceğini görebiliriz.