Biden, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri gerçekleşecek en büyük federal harcamayı Senato’dan geçirmek için harekete geçti. Altyapı, eğitim, sağlık gibi alanlara yatırımları içeren 6 trilyon dolarlık bütçe planın öncelikli kısmı (1,25 trilyonluk parçası) Demokrat ve Cumhuriyetçilerin ortaklığıyla Temmuz ayında onaylanacak. Bütçe anlaşmasını değerlendirirken Biden’ın anlaşmanın Amerikalıları iyi maaşlı işlere sokacağı vurgusu ABD’de 1929 krizi sonrası yaşama geçen, Keynesyen modelin erken bir uygulaması olan New Deal’i (Yeni Anlaşma) hatırlatmıyor mu?
Keynes, ekonomik daralma durumunda kamu müdahalesinin gerekli olduğunu savunuyordu. Kamu müdahalesi kamu harcamalarının artması ve Merkez Bankası’nın para arzını genişletmesiyle gerçekleşecek; böylece istihdam yaratılıp iç talep canlandırılarak ekonomi yoluna sokulmuş olacaktı.
ABD’de 2020’de pandeminin yıkıcı şekilde patlak vermesi sonrasında FED para arzının sınırlarını zaten zorladı. Biden yönetimi enflasyon artışı emarelerine rağmen tahvil/menkul kıymet alımı, ucuz krediye dayalı parasal genişlemede ısrarcı. Üstüne devasa altyapı bütçesiyle kamu harcamalarının artırılması, böylece istihdam ve iç talep yaratılması da eklendi.
2009 krizinden sonra sermayeye akıtılan trilyonlarca neredeyse bedava paraya, bu parayla ülke ülke dolaşıp tatlı faizler elde eden finansal sermayenin kazançlarına rağmen ABD ekonomisi istenilen toparlanmaya bir türlü ulaşamıyor. Çare Biden ve yeni ekonomik yöneliminde mi; gelin bakalım.
Kapitalizmin Umudu Keynes’te mi?
Keynesyen model, dünya çapında aslen İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerdeki büyük krizin çıkışı arasındaki dönem uygulandı. 1974 Petrol Krizi olarak tarihe geçen kapitalizmin en büyük krizlerinden biriyle Keynesyen modelin tabutuna son çiviler çakılmış oldu. Keynesyenizme yönelik en büyük suçlamalardan biri yüksek miktarda kamu harcamalarının, merkez bankalarının para arzını genişletmesinin enflasyonist etkide olduğu ve ekonomiyi böylece krize sürüklediği yönündeydi. Bugün de Biden’ın Neo-Keynesyen modeline yönelik eleştirilerin odağında bu ekonomi politikasının yeni bir enflasyon dalgası yaratacağı iddiası var. Zaten pandemi sonrasında ABD tarihinin piyasaya en büyük para pompalaması gerçekleşmiş durumda ve enflasyon emareleri var. Yıllardır sürdürülen bu para politikası gelecekte yükselecek enflasyon nedeniyle tıkanır mı?
2009 sonrasında patronların karlılık krizini aşmak için dünyanın yüksek faiz veren piyasalarından beslenmeleri için ucuza kredi ve batık tahvillerin alımı politikası yoğun şekilde uygulandı. Hatta daha geriye gidelim 2001’den beri ABD Merkez Bankası FED sermayeye çok ucuza kredi vermekle meşgul. Bahsi geçen dönem boyunca bu sıcak para sürekli dışarıya, yükselen piyasalar olarak anılan geç kapitalistleşmiş ülke piyasalarına akarak yüksek faiz toparladı. Doların uluslararası rezerv para olmasının ekmeğini yiyen ABDli finansal burjuvazi hem tatlı faiz kazancı elde etti hem de para ülke içinde kalmadığından para bolluğunun yarattığı enflasyonist etki olmadı. Ama artık denklemler değişti. Yükselen piyasalar; özellikle de pandemiyle birlikte çöken piyasalara dönüşmüştü. Bu ülkelerdeki piyasa dengesizlikleri bir yana reel faiz getirileri de düşmüş durumda. Dolayısıyla sıcak para bugün çok daha fazla ABD içinde kalacak; hisse senedi ya da coin çılgınlıklarına bakınca bile bu gerçek görülüyor. Dolayısıyla orta vadede enflasyon tehlikesi 2009 sonrasından daha güçlü. Ama meselenin özü aslında enflasyon değil.
Ne İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin altın yıllarının gerisinde Keynesyen modelin talep artışı ne de 1970’lerdeki krizin altında Keynesyenizmin enflasyonist etkisi var. Yani ortada Keynesyenizmin yarattığı bir mucize filan yok ki yenisi yaratılsın.
1929 Buhranı sermayenin karlılık krizlerinden biriydi. Ondan çıkışın yolu da İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım sonrası Avrupa’nın yeniden inşa edilmesi, Japonya’nın sermayeye geniş imkanlar sunması, SSCB ile Soğuk Savaş döneminin gerektirdiği silahlanma ekonomisinin dinamikleri gibi sermayenin düşen kar oranlarını toparlamasına imkan veren gelişmeler oldu. Bu imkanlar 1970’lerde tekrar tıkandığında, sermaye açısından yeni bir karlılık krizi farklı emarelerle kendini göstermiş oldu.
2009 krizinin doğası da 1929’dan, 1974’ten farklı değil. Kapitalist krizler kar oranlarındaki düşme eğiliminin sürdürülemez noktaya gelmesini ifade ediyor. Kapitalistler yaptığı yatırım, harcadığı sermayeye oranla elde ettiği kar güdük kalmaya başladığında ilk olarak üretimden elini ayağını çekip spekülasyonlar peşinde karları toparlama yoluna gider. Bakın 2009 öncesi mortgage piyasasına ya da 2009 sonrasında finansal yüksek kazanç peşinde koşanlara. Bu yöntem de bir yerde tıkanır ve ekonomide domino etkisiyle topyekün çöküş başlar. Hangi ekonomik model uygulanırsa uygulansın, karlılık krizi çözülmediği sürece kapitalistler üretim süreçlerinden kaçmaya, bütün bir kar mekanizması meta üretimine dayanan kapitalist ekonomi tıkanmaya devam eder.
Ancak krizin boyutuna göre çapı değişse de yıkım kapitalist krizin gerçek çözümü olur. Çünkü yıkım; yeniden inşayı gerektirir. Yeniden inşa yüksek karlılık demektir.
Keynesyen model, talep artışıyla filan bugün kapitalizmin krizine ekonomik çare olmasa da farklı dinamikleri yaşama geçirerek ihtiyaç duyulan yıkım için yeni kanallar açabilir. Şöyle ki… Keynesyenizm talep artışını teşvik ederken bu talebin ülke içinden karşılanmasını hedefler. Özünde ekonomik milliyetçilik, korumacılık vardır. Ekonomik milliyetçilik, korumacılık ise uluslararası gerilim demektir; hele ki küresel ticaretin zirve yaptığı neoliberal çağda. Zaten Biden, önüne Çin’le kavgayı koymuş; Rusya ile gerilimi yedekte tutuyor. Artan gerilimlerin bir dünya savaşına uzayacak kadar barutu olmayabilir ama vekalet savaşları, bölgesel çatışmalar hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak onların yıkımı da bir dünya ekonomisini toparlamaya yetmeyecektir.