Dünya ekonomisine genel bir bakışla olası dinamikleri analiz etmek için aşağıdaki referans noktalarının dikkate alınmasının gerekli olduğuna inanıyoruz:
a) Küresel kapitalist ekonominin pandemi öncesi gelişimi, eğilimleri ve görünümleri
b) Dünya ekonomisini bir bütün olarak almakla birlikte, pandeminin küresel ölçekte etkisi ve bölgelere göre eşitsizlikleri
c) Küresel ölçekte kâr oranlarındaki azalma eğilimi ve karşı önlemler
d) Ekonomik “sıçrama etkisi”nin kör noktaları
e) Evergrande ve Çin “mucizesinin” sınırları
f) Dünya büyük burjuvazisinin gündemi
g) ISL’nin acil ve geçiş dönemi ekonomik programı için perspektifler ve eksenler
h) Görevlerimiz
Pandemi Öncesi Dünya: Gelecek Zaten Çok Belirsizdi
2019’da çok taraflı kuruluşlar ve özel danışmanlık firmaları tarafından hazırlanan tüm raporlar, dünya ekonomisi için zaten karanlık bir dönem öngörüyordu. Aslında, Mayıs 2019’da gerçekleştirdiğimiz ISL Barselona Dünya Konferansı’nda durumu şu şekilde tartışmıştık:
- IMF ve Dünya Bankası manzaranın belirsiz olduğunu ve göstergelerin kötü olduğunu söyledi. 2019 yılında, 2020-2021 GSYİH büyüme tahminleri tam 3 kez her seferinde daha kötüyü işaret edecek biçimde değiştirildi.
- Başta JP Morgan olmak üzere özel danışmanlık firmaları, müşterilerini (bankalar ve şirketler) görünümün “endişe verici eş zamanlı bir yavaşlama” olduğu konusunda uyardılar. Bu şu anlama geliyor: risk almayı değil, geri çekilmeyi tavsiye ettiler ve durumun genel olarak kötüleşmesi bir bölge ile sınırlı olmaktan ziyade “küresel” olduğu için yatırımlar konusunda ihtiyatlı olunmasını önerdiler. IMF’nin 2019’daki son raporu, dünya ekonomisinin “%70’inde yavaşlama” olduğunu kabul etti.
- İşaret ettiğimiz önemli bir diğer veri, kurumsal ve ticari borçların hacmiydi: şirketler, spekülasyon yapmak veya projeleri finanse etmek için (daha çok da spekülasyon için) borç aldı. Bunun yanında, faiz oranları yükselmediği ve satışlar ve karlar daha fazla düşmediği sürece, ödemelerini karşılayabilir ve temerrüde düşmekten kaçınabilirlerdi. Fakat pandemi sürecine bu gerilimlerle yakalandılar.
- Kısacası, yeni bir kriz için geçmişten beslenen koşulların tekrar olgunlaştığını tespit ettik: üretken yatırımı caydıran düşük karlılık, karlılığın düşüşünün derinleşmesi ve böylece genel ekonomik bunalım döngüsü.
Siyasi bir başlangıç noktası olarak çıkardığımız ilk sonuç şudur: kapitalist ekonomi ABD, Çin, Güneydoğu Asya gibi emperyalist ekonomik merkezlerde zayıf bir toparlanma yaşarken Avrupa ve çevre ülkelerde durgunluk görülmektedir; bir bütün olarak ele alındığında on yıl süren küresel buhran koşulları pandemiyle birleşmiştir ve 2008 krizi devam etmektedir . Bu nedenle, COVID salgını bu eğilimleri patlama eşiğine yükseltti ve derinleştirdi. Bol ampirik bilgiye dayanan bu açıklama, COVID’in verimli ve genişleyen bir kapitalist döngüyü kesintiye uğrattığı tezine meydan okumaktadır. Tıkır tıkır işleyen bir ekonominin pandemi nedeniyle krize girdiği iddiası büyük bir yanlıştır. 2009-2019 döneminde dünya ekonomisi, 2008 öncesinde görülen kârlılık oranına hiçbir zaman ulaşamadı ve bu durum, üretimde yeterli değerlemeyi bulamayan spekülatif sermayenin büyüme trendini derinleştirdi. Marx’ın “hayali sermaye” olarak adlandırdığı bu olgu, son 4 kapitalist dünya krizinde görülmüştür. Bu olgu, sistemin sistemin mevcut doğasını da açık eden en belirgin zayıflığıdır: Her krizde, yeni ve daha güçlü başka krizler hazırlayan spekülatif sermaye genişlemeye devam etmektedir. Krizlerin tekrar eden doğası, bu emperyalist çağın genel yasasıdır.
Pandeminin Açtığı Yaralar
Pandemi; kapitalizmin en canvar doğasını, en acımasız barbar unsurlarını ortaya çıkarmıştır.
- Bilim insanları ve araştırmacılar tarafından en az 10 yıldır uyarısı yapılan pandeminin ortaya çıkışı, ekosistemleri şiddetli bir şekilde tahrif eden ve insanlığı bağışık olmadığı virüslerle temasa sokan çevre düşmanı üretim modelinin bir sonucudur. Bu model (sonradan buna döneceğiz), büyük sermayenin tarafından dönüştürülmemekte, aksine daha da pekiştirilmektedir.
- Aşılanma imkanını neredeyse bir yıl geciktiren büyük laboratuvarların ve ilaç şirketlerinin sürdürdüğü kapitalist telif savaşı, milyonlarca kişinin ölümüne ek olarak ekonomiyi de adeta felç etti ve büyük bir hasara yol açtı. Bilim ve bilginin ticarileştirilmesi etrafında dönen patent tartışmaları, sistemin bir başka barbarlığını ortaya çıkarmış oldu. Dahası, emperyalist kaynak dağılımı ve istifçilik gibi tüm kötülükler iyiden iyiye görünür hale geldi.
İktisadi-istatistiki düzeyde, COVID pandemisi tüm önceki tahminleri boşa çıkarmış oldu. Kapitalist dünya ekonomisi, 2020’de tarihinin en büyük ve en geniş bunalımını yaşadı. Ekonomilerin yaklaşık %95’i ulusal üretim, yatırım, istihdam ve ticarette daralma yaşıyor. Yalnızca üç ülke (Çin, Vietnam ve Tayvan) 2020’de resesyondan kaçabildi.
Öyle ya da böyle, çoğu ülke dibe vurduktan sonra gelen sıçrama etkisi nedeniyle bu “uçurumdan” bir şekilde kurtulacaktır. Reel GSYİH bu yıl büyüyor, işsizlik oranları kısmen düştü ve tüketici harcamaları bir miktar toparlanma yaşıyor. Bunlar yalnızca istatistik ve görünüm. Bir ekonomi bir yılda %10, örneğin 100’den 90’a, düşerse ve sonraki yıl 95’e yükselirse, bu %5.5’lik bir artıştır. Ama tabii ki ekonomi hala 100 öncesi seviyesinin %5 altında kalmış olur. Ayrıca, ekonomi resesyona girmemiş olsaydı, diyelim ki bir yılda %2-3 daha büyüyebilirdi. Yani toparlanmadan sonra bile ekonomi, kendi eğiliminin %6-7 altında kalacaktır. 2021’de çoğu ekonomi üretimde, kaynaklarda, gelirde ve iş gücünde büyük kayıplar yaşadı.
Küresel düzeyde resesyon; aşırı yoksulluğu, kıtlıkları ve zorunlu göçün neden olduğu insani kriz olgusunu bir araya getirdi. Geçtiğimiz iki yıl, büyük bir felakete sahne oldu. JP Morgan’ın ekonomistleri, Dünya Bankası’nın PovcalNet veri tabanından alınan hane geliri ve tüketim anketi verilerini kullanarak yoksulluktaki artışı ölçmeye çalıştılar. Kişiyi “yoksulluk” kapsamına almak için kullandıkları parametre, günlük 2 doların altındaki gelir düzeyi idi. Pandemiden önce Dünya Bankası, dünyanın 6,5 milyarlık nüfusundan 3 milyarının ortalama gelire sahip olduğunu ve 1 milyarı aşırı yoksulluk içinde olmak üzere 3 milyarının kırılgan durumda olduğunu varsayıyordu.
Salgın yalnızca kentsel alanlarda bile yaklaşık 200 milyon insanı daha yoksulluğa itti. Durum ülkeden ülkeye değişse de en kötü performanslar Arjantin, Peru ve Hindistan’da görüldü. Bu nedenle 2021, Küresel Güney’de ve ‘gelişmekte olan’ ekonomilerde çok farklı bir görünüme sahip olmakla birlikte merkezi kapitalist ekonomilerde belirli bir “sıçrama” etkisiyle bitse de bu toparlanma V şeklinde olmayacak; bu da ulusal üretim, istihdam ve yatırımın (küresel buhranın “kayıp on yılı” ile birlikte) pandemi öncesi seviyelerine dönüşü anlamına geliyor. Aslında IMF, Dünya Bankası ve OECD tahminlerinin çoğu, büyük ekonomilerin 2022’nin sonundan önce COVID öncesi seviyelere dönmesini beklemiyor. Birçok ülke, (zaten cılız olan) eski büyüme trendlerini asla yakalayamayacak. Buradan devamla, sıçrama eğiliminin COVID öncesi seviyelere ulaşmayacağını gösteren üç ana neden var:
- Üretici güçlerin yıkımı:’COVID’in etkisi çoğu kapitalist ekonomide “kalıcı izler” bırakıyor. Hizmet sektörünün en küçükleri başta olmak üzere birçok şirket, 2020 karantina döneminde işten çıkardıkları işçileri yeniden işe almayacak.
- Kurumsal borçlarda sıçrama: Bu faktör, birçok şirketin (sadece küçüklerin değil) yatırımlarına tekrar başlama kapasitesini etkileyecektir. Marksist ekonomistler, aşırı borçlanmış paravan şirketlere atıfta bulunarak “zombi şirketlerin” yükselişinden bahsederler. Büyük merkez bankaları tarafından yapılan devasa kredi para enjeksiyonları ve hükümet destekli kredi programları sayesinde faiz oranlarının enflasyon düzeyine ve daha da aşağılara indirilmesiyle şirketler, COVID pandemisinin kısıtlamaları sırasında borç seviyelerini önemli ölçüde artırdı. Büyük şirketler, spekülatif amaçlarla parayı stokladılar yahut kendi hisselerini veya finansal varlıklarını satın alarak yatırım yaptılar. Sonuç olarak, birçok ülkede borsalar tüm zamanların en yüksek seviyelerine yükseldi. Ancak, birçok küçük şirket hayatta kalmak için ek borçlar almak zorunda kaldı. Borçları ödeme maliyetleri düşse de borç miktarı fırladı. İşte size dünya ekonomisindeki zayıf halka: iflas.
- Düşük Karlılık: Küresel kapitalizmde sürdürülebilir büyüme sağlayacak bir toparlanma gerçekleşmeyecek olmasının üçüncü nedeni düşük karlılıktır. Bu eğilim, pandemiyle şiddetlenmiştir. Büyük ekonomilerdeki sermayenin ortalama karlılığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en düşük noktasına gerilemiştir.
Bu özel değişkeni bir sonraki bölümde ele alacağız. Ancak özetlersek:
- İşsizlik ve yapısallaşmış yoksulluk
- Aşırı borçlanma
- Düşük karlılığa bağlı olarak yatırımların düşmesi
Pandeminin, önceki gelişmeleri derinleştiren bu ekonomik yeni dengesi, gelecek olan her şeyi belirlemektedir.
Krizin Temeli Kâr Oranlarının Düşmesidir!
Düzen sözcüsü ekonomistlerinin yaptığı analizlerde, bir parametre olarak kârın önemi yoktur. Ayrıca, sol Keynesçiler arasında da kâr pek dikkate alınmaz. Onlar için belirleyici kategoriler ‘talep’, ‘spekülasyon’ veya ‘finansallaşma’dır. Aşırı üretimin mi, yetersiz tüketimin mi yoksa diğer değişkenlerin mi krizlerin anahtarı olduğu sorusu da Marksist literatürde tartışma konusuydu. Bütün bu faktörler önemli bir rol oynasa da kâr, kapitalist üretim ve birikim sürecini anlamak için anahtar kavramdır. Ayrıca bir şirketin yapacağı yatırımlar konusunda son derece önemli bir parametredir: kâr oranları, geçici bile olsa bir ekonominin ne ölçüde “sağlıklı” olduğunu anlamanın anahtarıdır. Ampirik veriler, tartışmasız olarak küresel ölçekte ortalama kârlılığın son 50 yılda doğrusal bir şekilde değil, dalgalanmalarla düşme eğiliminde olduğunu göstermektedir. Amazon, Apple veya Google gibi teknoloji şirketlerinin devasa kârları, bir bütün olarak kapitalist ekonomideki kârlılık sorununu örtmeye yetmez. Birçok kâr etmeyen şirket varken ve çoğu için getiri oranı COVID’den önce zaten düşmeye başlamışken, pandemi ile keskin bir şekilde düşüş yaşanmış oldu. Bu durum, yatırımlar üzerinde doğrudan belirleyicidir ve devrimci Marksizmin dünya ekonomisinin analizine getirebileceği eleştirel yaklaşımın asıl can alıcı yönüdür.
Kar oranlarının düşme eğilimine zıt yönde hareket eden faktörler elbette vardır. Bu faktör, artı değerdeki artış ve sermayenin organik bileşimindeki artışı telafi eden emek gücünün sömürü oranıdır. Bu dinamik, sınıf mücadelesinin ve siyasi mücadelenin somut alanında var olur ve çözülür: burjuvazi güvencesiz çalışma, sosyal hakları baskılama ve kemer sıkma politikalarını işçiler ve kitle hareketine dayatmayı başaracak mı yoksa başaramayacak mı? Bize göre, kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının baskın faktör olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki refah dönemi dışında –ki yüksek istihdam oranları, yükselen yaşam standartları, yüksek kârlar ve genişleyen ticaret ile gelişmiş ekonomilerde bir istisna idi– kapitalizmin sınırlı tarihi ele alınırsa, bu istisnaya en yakın örnek 1890’dan 1910’a kadar olan yıllar olacaktır. Bununla birlikte şu soru karşımıza çıkıyor: neden bu refah dönemleri sürmedi?
Gerçekte, ne ‘ortodoks’ iktisatçılar ne de devrimci Marksizm’in dışında kalan sol teorilerin çoğunluğu bu soruya verilecek bir yanıta sahiptir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin Keynesçi politikalarının terk edilmesi, hükümetlerin yeterince para harcamayı ve ekonomiyi yönetmeyi bırakması nedeniyle sona erdiğini söyleyenler var. Bunun üzerine kendimize tekrar soruyoruz: bu politikalardan neden vazgeçildi? Cevap, büyük sermayelerin azalan karlılığında yatmaktadır. Bu, bir yağma mekanizması olarak sömürüyü, artı değeri ve emperyalistlerin dış borçlarla yağmalama oranını artırmayı amaçlayan 1970’lerin neoliberal deneyine yol açtı.
Döngüler halinde tekrar eden krizlerin altyapısını oluşturan şey kısaca şu noktalardır:
- Kar oranı düşer, dolayısıyla üretime yapılan yatırımlar da düşer.
- Finansal spekülasyon ve Marx’ın ‘hayali sermaye’ dediği şey büyür: balonlar patlamaya hazırdır. Bu 2008’de ‘eşik-altı’ (subprime) balonlardı, şimdi Çin’deki Evergrande krizi aynı dinamiği sergiliyor.
- Sürdürülebilir kârlılığı zaman içinde tekrar artırmak için küresel ölçekte ihtiyaç duyulan düzeyde emek sömürüsü ve ekolojik yağma, ancak kitle hareketinin tarihsel olarak yenilmesinin ve barbarlığın sonucunda mümkün olabilir.
Kısacası: kâr oranları, 1960’ların başından beri döngüsel olarak aşağı doğru gitmektedir. Karşıt faktörlerin zayıflığından ötürü de bu sürekli düşüş, tersine çevrilememektedir.
Günümüz Kapitalist Ekonomisinin Üç Kör Noktası
Kapitalist ekonomiyi koşullayan merkezi ve yapısal faktör kâr oranlarının düşme eğilimi ise, mevcut resimde zayıf halkalar olarak dikkate alınması gereken üç değişkeni daha belirtebiliriz:
- Küresel ölçekteki kamusal, kurumsal ve kişisel borçlar.
- Durgunluk ve enflasyonun birleşimi: stagflasyon.
- Emek verimliliği krizi.
Pandemi, dünyanın dört bir yanındaki hükümetleri ticari yardım programları, mali teşvikler ve daha az ölçüde sosyal sübvansiyonları uygulamaya yönlendirdi. Ortalama olarak, bu önlemler 2008-2009 mali ve parasal teşvik ve kriz yardım paketlerinin en az iki katı büyüklüğünde bir harcama hacmine ulaştı. Küresel çapta kamusal borç seviyeleri, iki dünya savaşı sonrası dönem de dahil, son 150 yılın en yüksek seviyesinde. Kısmi normalleşmeye dönüşten bu yana ekonominin yeniden etkinleşmesiyle birlikte bu unsur, birkaç etkene bağlıdır:
- Faiz oranlarının yükselmemesi ve bir temerrüt sarmalına neden olması.
- Sosyal kesintiler anlamına gelen kamusal harcamalarda düşüş ve mali gelirlerin düzeltilmesi.
‘Borç’ faktörü açıkça ekonominin zayıf halkası ve istikrarsızlık kaynağıdır. bunlar da durgunluk ve enflasyonla göbekten bağlantılıdır.
Dünya çapında, eşitsizlik içinde de olsa, aşılamanın başlamış olmasıyla ekonomik faaliyetin yeniden başlaması, ekonomistlerin talep “şoku” dedikleri olayı ortaya çıkardı.Ancak üretken olmayan yatırımlar, mal ve hizmet arzını sınırlıyor, bu talep patlaması karşılanamıyor ve fiyatları yukarı çekiliyor. Ekonomiyi durgunlaştıran bu düşük üretken kapasiteli yatırım ve enflasyon bileşimi, sırasıyla, faiz oranları üzerinde yukarı yönlü bir baskı yaratmakta (bu şekilde, bankalar karlılığı “garantilemekte”) ve borçlanmayı daha da pahalı hale getirmektedir. Elimizdeki patlamaya hazır bir bomba budur.
Son olarak, yukarıda tanımladığımız bir süreç var: sistem, ortalama karlılık oranının düşük olması nedeniyle spekülatif alanda birikiyor: Sermayeye üretim alanında değil, spekülasyonda yoğunlaşıyor. Bu nedenle, bazı özel üretim dalları geliştirilebilse de –dijital teknoloji, 5G veya çok kısmi olan diğerleri– bir bütün olarak ekonomi sanayisizleşmeye yöneliyor ve buna ek olarak, gelişmemiş ülkelerin ‘emtia tedarikçileri’ statüsünü pekiştiren uluslararası iş bölümünü güçlendiriyor. Başlarda kapitalizm, önceki feodal üretim tarzına karşı üretici güçleri genişletmişti; üretkenliği ve endüstriyel gelişmeyi teşvik etmişti. Ancak tarihsel olarak hızlı bir şekilde üretici güçlerin gelişmesini engelledi ve mutlak bir engel haline geldi. Bu nedenle sermaye, teknoloji ve inovasyona yatırım yapmak yerine, yeni krizleri hazırlayan çelişkileri biriktirerek spekülasyon döngüsüne geçti.
Bu nedenle: kâr oranının düşme eğilimine (kişisel borçlara ek olarak) kamu ve şirket borçlarının hacmi, bir olgu olarak stagflasyon ve kapitalist verimlilik krizi de eklenmektedir: Sistem, tüm çelişkilerini ve sınırlılıklarını ortaya koyuyor.
Evergrande Yahut ‘Çin Mucizesinin’ Sınırları
Çin’in ve dünyanın en büyük inşaat devi Evergrande, geçtiğimiz aylarda, 300 milyar ABD doları tutarındaki tahvilin faiz ödemesinde temerrüde düştü. Bu haber şok etkisi yarattı ve emlak hisseleri düştü. Çin bürokrasisinin müdahale etmesi ve şirketi geçici olarak kurtarması etkiyi hafifletti ancak bu durum, arkasında cevapsız sorular bıraktı. Diğer yanda ise 21 emlak devi daha devlet güvencesi aldı. Bu müdahaleyle birlikte, Çin’in gayrimenkul sektörü, artık (devlete borçlu) ‘zombi’ şirketlerden oluşuyor. Krizin etkisini önlemek için yapay olarak finanse edilen bu tür zombi şirketler büyük kapitalist ekonomiler içinde şirketlerin %15-20’sini teşkil ediyor. Çin hükümeti bir ikilemle karşı karşıya: Evergrande ve diğer emlak şirketlerini kaybederse, o zaman milyonlarca ev inşa edilemeyebilir; kreditörlerin ve yatırımcıların maruz kaldığı kayıplar ekonomide kademeli bir etki yaratabilir. Öte yandan, yetkililer şirketleri kurtarırsa, emlak sektörü tüm spekülatif projeleri için hükümet desteğine sahip olduklarını varsayabileceğinden spekülasyon devam edebilir –tıpkı 2008’de emlak piyasalarının battığı ABD hükümetinin yaşadığı dönüm noktası gibi. Farklı senaryoların ve ihtimallerin ötesinde ise gerçek sorun, son on yılda (ve hatta daha önce) Çin bürokrasisinin özel sermayeye üretken olmayan ve spekülatif yatırımların muazzam bir şekilde genişlemesine izin vermesidir. Öyle ki, emlak sektörü şimdiden Çin’in GSYİH’sının %20’sinden fazlasına ulaştı. Böylece, genel çerçevemiz için iki sonuca daha ulaşmış olduk:
- Spekülatif gayrimenkul gelişimi ile finans ve tüketim alanlarındaki verimsiz faaliyetlerdeki bu büyüme, Çin’in resmi yıllık büyüme oranının taşıyıcısı konumunda. Yani ‘Çin mucizesini’ tanımlayan şey yapay ve istikrarsız, üretken olmayan ve borçlanmaya dayalı yatırım modelidir.
- İkincisi, yanıltıcı bir şekilde borçlanarak yapılan yatırım sanayi, imalat, yüksek iletişim teknolojisi vb. üretken sektörlerdeki yavaşlamayla bağlantılıdır. Bunların hepsinin temel bir nedeni vardır: acımasız emek sömürüsü temelinde üretilen bu ucuz mal yığınının ortasında, kriz evresindeki küresel tüketimin sınırlılıkları.
Son olarak, dikkate alınması gereken bir unsur daha: 2008’den sonra Çin hükümeti, üretiminin bir kısmını iç piyasaya aktarmayı ve bu amaçla güçlendirmeyi tartıştı. Bugün bu yönelim, ücretlerin artırılmasını içerdiğinden daha az kârlıdır. Dolayısıyla Çin’in yeni İpek Yolu ve benzeri mega projelerle ilerleyen emperyalist genişleme çizgisi, dünyanın istikrarsızlık ve kargaşa ile malul olduğu bir dönemde karşılığında ABD ile jeopolitik gerilimleri besliyor. Ayrıca Çin’in ekonomik genişleme perspektifi elbette sistemik bir gerileme evresine girmiş bulunuyor; bunu dünyanın farklı bölgelerinde mega projelerle her türlü sosyo-çevresel felaketlere neden olarak yapıyor ve bu da dinamiklerini oldukça belirsiz hale getiriyor. Elbette bir de sınıf mücadelesinin, o devin, yani Çin işçi sınıfının belirleyici faktörü bulunmaktadır.
Kapitalist bir güç olarak Çin, ekonomik üretim bakımından dikkate alınması gereken yapısal sınırlılıklara sahiptir. Çin’i ABD emperyalizmine karşı ilerici bir alternatif olarak sunan emperyalist tarafçıların (campists) martavallarının sorgulanması gerekir.
Emperyalist Burjuvazinin Yönü
Ekonominin genel resmi, bu rapor boyunca işaret ettiğimiz tüm sınırlılıkları kesiyor. Ancak merkezi olarak, egemen burjuvazinin bakış açısı nettir:
- Emeğe yönelik saldırılar
- Üretimi teşvik için vergi reformu
- Emeklilik hakkına saldırı
- Ekolojik yıkımın hızlanması
- Dış borçlar yoluyla emperyalist yağma
Bu bağlamda Marx, kapitalizmin, krizlerden nasıl kurtulduğunu tekrar tekrar açıklamaya devam ediyor: emek gücünün ve doğanın sömürülmesini katmerlendirerek. Kâr denklemi bir kez bozulduğunda, sahte ideolojilerin –yerini robotlaşma, otomasyon, yapay zeka ve internet süreçlerinin alacağı– bildiğimiz “işçi sınıfının sonu” tezini pişkince bir şekilde işleyen kampanyalar yapması tesadüf değildir. Ancak bu martavalların ekonominin somut verilerine karşı koymaya gücü yoktur. Örneğin, ILO’ya göre dünyada 3,3 milyar işçi var: nicel olarak, işçi sınıfının ağırlığı hiç bu kadar büyük olmamıştı. Bu nedenle işçi sınıfının ekonomideki stratejik konumu belirleyici olmaya devam ediyor ve yine bu nedenle burjuvazi için kapitalist kriz döngüsünden çıkış yolu, işgücünün sömürü düzeyini daha önce hiç olmadığı kadar artırmaktan, daha ucuz metalar ve hammaddeler elde etmeye dayanan kârlılığı geri kazanmaktan geçiyor. Tüm bunlar ancak işçilerin haklarına saldırarak, emeği daha güvencesiz hale getirerek ve daha fazla çevresel felakete yol açarak mümkün olabilir. Sistemin tüm sözcüleri ve ideolojik aygıtları, ülkelerin katı iş kanunlarının ‘esnek hale getirilmesi ve modernize edilmesi’; yatırımı teşvik etmek için iş dünyası üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi; aynı zamanda emeklilik sistemlerinin güya “sürdürülemez” olması nedeniyle emeklilik yaşının arttırılması gerekliliğini anlatabilmek için canla başla çalışıyorlar. Bununla bağlantılı biçimde çevre ülkelerin dış borçları, yukarıda açıklanan program çerçevesinde ek bir ekonomik yağma ve siyasi bağımlılığa tabi kılınmaktadır. Bu nedenle bu ekonomik program nüanslar, sürtüşmeler ve gerilimler içerse de büyük burjuvaziyi stratejik olarak birleştirmekekte ve dünya halklarına karşı planladığı savaşı ortaya sermektedir. Dolayısıyla ISL’nin üzerinde durmaya devam ettiği siyasi öngörü, sınıf mücadelesinin bir eğilimi olarak daha fazla toplumsal ve siyasal kutuplaşmaların yolda olduğudur.
Kendi Programatik Gündemimiz
Bu bağlamda temel görevimiz;, öncü sosyalist devrimciler olarak savaşabilmek için örgütlerimizin kadrolarını ve militanlarını ekonomi alanında programatik olarak donatmaktır. En iyi unsurları partilerimize ve gruplarımıza kazanmak ve kitleleri fikirlerimiz etrafında güçlendirmek; böylesi bir taraflaşmayı halkın geniş kesimlerine doğru sloganlarla götürmek de önemlidir. Sistemik krize karşı işçi ve yoksul kitlelerin bağımsız çözümünü önceleyen ve alternatif ekonomik yaklaşımımızı açıklayan antikapitalist ve sosyalist temeldeki geçiş taleplerini yükseltmek, bu görev için esastır. Bunlardan birkaçına referans verecek olursak:
- Toplumsal bir hak olarak çalışma hakkına sahip çıkmak için, kapanan veya kapatılan şirketlere emekçiler tarafından el konmalı. İşçilerin kontrolü altında muhasebe defterleri kamuoyuna açılmalı ve ticari sırlar kaldırılmalıdır. İşçilerin yönetimi altında tazminatsız kamulaştırma yapılmalıdır.
- Tam istihdamı sağlamak için çalışma saatlerinin toplumsal işgücüne bölüştürülmesi yoluyla, maaşlar etkilenmeksizin çalışma saatleri azaltılmalıdır.
- Açlığa karşı, hayat pahalılığına eşdeğer ve reel enflasyona endeksli genel ücret artışı sağlanmalıdır.
- Dış borçların ödenmesi askıya alınmalıdır. Bu kaynaklarla, ekonomiyi yeniden canlandırmak ve toplumsal bir hak olarak barınma hakkını sağlayabilmek için –başta uygun fiyatlı konut olmak üzere– bayındırlık ve altyapı planları finanse edilmelidir.
- Kapsamlı vergi reformu: tüm temel tüketim ürünlerinden vergiler kaldırılmalıdır, büyük kurumsal servetler (şirketler, bankalar) ve bireysel servetler artan oranlı olarak vergilendirilmelidir.
- Temel ihtiyaçların herkesçe erişilebilir olması için, kapitalist araçlarla saptanan fiyatlara ve spekülasyona karşı kamulaştırma yaptırımları da dahil olmak üzere işçi ve tüketici örgütleri tarafından fiyat kontrolü sağlanmalıdır.
- Sosyal güvenlik sistemi, emeklilere yönelik bir “yaşlılık sübvansiyonu” anlayışı ile değil toplumsal dayanışma esasına göre işlememeli; emekliler, aynı faaliyetteki aktif çalışanların en iyi maaşının en az %82’sine eşdeğer maaş almalıdır.
- Kamu hizmetleri sosyal haklar olarak güvence altına alınmalıdır. Özelleştirilmiş tüm enerji, ulaşım, telekomünikasyon, su ve diğer hizmetler tazminatsız şekilde işçilerin ve kullanıcıların toplumsal kontrolü altında kamulaştırılmalıdır.
- Eğitime ve sağlığa ayrılacak devlet bütçesi niteliksel olarak arttırılmalıdır. Bunun kaynağı devlet borçlarının askıya alınması, zenginlerden alınan vergiler ve ayrıca kiliselere ve özel sağlık hizmetlerine verilen ekonomik sübvansiyonların kaldırılması yoluyla yaratılacaktır.
- Devlet bilimsel araştırma ve teknolojik yenilikleri desteklemelidir; bilimsel araştırma ve teknolojik gelişim, üretim sürecine dahil edilmelidir ancak bu, basitçe işçilerin yerine teknolojin geçmesi olarak görülmemelidir. Bu gelişim, toplumsal olarak gerekli çalışmanın genel ve kolektif yükünü hafifletmek için seferber edilecektir.
- Kapitalist üretim anarşisine karşı; ulusal ve uluslararası çapta dağıtım ve genel ticaret de dahil olmak üzere, ekonominin tüm aşamaları işçi sınıfının doğrudan müdahalesiyle demokratik olarak planlamalıdır.