Dünya çapında HDP, Podemos gibi bir dizi partiye ilham olmuş “radikal demokrasi” tezinin sahiplerinden Chantal Mouffe, şimdilerde başka bir politik açılımla karşımızda: “sol popülizm.” Radikal demokrasiyi bahsi geçen partiler kılavuz edine dursun Mouffe, bugün sol için çıkışın radikal reformizm olarak nitelediği sol popülizmde olduğu ilan etti bile.
Devrimci bir sol geleneğin güçlü olduğu bu topraklarda Mouffe’un radikal demokrasi tezi liberal demokrasi yerine sanki yeni bir model olarak sunulmuştu. Oysaki Laclau ve Mouffe radikal demokrasi tezini ortaya koydukları Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabında liberal demokrasiye sadık olduklarını ifade etmişlerdi: “Solun görevi liberal-demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğulcu bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir.” (Laclau ve Mouffe, 2015: 270). Tabii Türkiye’de sol, okumak yerine kendisine sunulan etiketleri sorgulamadan kabul etme alışkanlığında olduğundan “radikal demokrasi” burjuva demokrasisine alternatif sanılmaya hala devam ediliyor. Oysaki Mouffe, Sol Popülizm kitabında da çoğulcu liberal demokrasiye bağlı bir “radikal reformist” olduğuna, “radikal demokrasi” tezinde de burjuva demokrasinin radikalleştirilmesinden öte bir hedefi olmadığına tekrar açıklık getiriyor (Mouffe, 2019: 127).
Bugünlerde entelektüel camiada reformist tezlerin ısıtılıp yeni soslarla karşımıza getirilmesinin başka örnekleri de yok değil. ABD’de Demokratik Sosyalistlerin Demokrat Parti ile ilişkilerini savunacağız diye tarihin tozlu sayfalarından Kautsky’yi çıkarıp kendine rehber edinen sol entelektüeller türedi mesela. Birkaç yıl önce sorsan bizi geçmişe takılıp kalmış ilan ederlerdi bu Neo-Kautskyciler! Mouffe da pek farklı değil. Marksizmin post evresine ulaştığını söyleyip 100 yıllık sosyal demokrat tezleri postmodern soslarla süsleyerek önümüze getirince ortaya bambaşka bir ürün çıkmıyor. Yine de değişimden tamamen ümidini kesmiş ve kendisini referans alanların da değişim umudunu soldurmaya yemin etmiş postmodernistlerdense fani dünyaya dair büyük dertleri olan teorisyenleri tercih ederiz. Ancak Türkiye’de sol ve toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri Batı’da ideolojik tartışma ve akımları 10-20 yıl geriden takip ettiğinden Mouffe’un “sol popülizm” tartışmasının, kimlikler yerine toplumsalın öne çıkması gerektiği argümanının şimdilik pek gündem olacağı da yok.
2018 Model Postmodernizm
Postmodernizm, 1960’lar ve 70’lerin hayal kırıklığına uğramış, devrim umudunu kaybetmiş entelektüellerin teorik ürünü olarak ortaya çıktı. 1980’ler işçi sınıfı hareketinin neoliberal saldırı altında sermayeye yenildiği, yeni toplumsal hareketler olarak nitelenen kimlik merkezli kitlesel eylemliliklerin geride kaldığı, 1990’ların sonuna doğru Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla sosyalizm karşısında kapitalizmin zaferini ilan ettiği bir dönemin başlangıcıydı. Konjonktürün iç karartıcılığının entelektüel dünyayı da sarması şaşırtıcı değildi. Proletaryanın politik bir özne olarak etki alanı daraldığına, kimlikler öne çıktığına ve kitle eylemleri de geride kaldığına göre hızla, kimlik siyasetleri etrafında küçük kazanımlara indirgenmiş bir hareket alanı tanımlanmasına girişildi.
1990’ların sonundan itibaren bu hava kısmen dağıldı. Kapitalizmin vaatleri de tükenmişti. Dünya, Soğuk Savaş dönemini geride bıraktığı halde emperyalist çekişmelerden, savaşlardan, insanın özgürlük ve eşitliğini hiçe saymaya dayalı bir düzenden yani geleceksizlikten başkasını deneyimlemedi. Özellikle 2008 krizinden sonra kapitalizme, onun neoliberal çağına ve elbette ki postmodernizme dair sorgulamalar zirve yapmış durumda. Sosyalist lafını kullanan hareketler, anti-komünizmin merkez üssü ABD’de çok popüler. Postmodernistlerin üzerine basacağı zemin kaydı.
Mouffe da kendisini yeni dönemin gereklerine uyarlamak ihtiyacı hissetmiş olsa gerek. Ancak teorisinin üstündeki sos değişse de alt zeminde çoğu vurgu yerli yerinde. İşçi sınıfını toplumsal değişimin ana öznesi olarak görmeme, nasıl biraraya geleceği belirsiz bir çokluk ve yine burjuva demokrasinin sınırlarını aşmayan bir “radikallik”…:
Neoliberal kapitalizmde, yeni tabiyet biçimleri üretken süreçlerin dışında ortaya çıkıyor. Bu yeni tabiiyet biçimleri, artık sosyolojik terimlerle ve toplumsal yapı içindeki konumlarıyla tanımlanan toplumsal kesimlere tekabül etmeyen talepleri meydana getiriyor. Bu tür talepler – çevrenin korunması, cinsiyetçiliğe, ırkçılığa ve diğer tahakküm biçimlerine karşı mücadeleler -gitgide merkezi hale geliyor. Tam da bu nedenle bugün politik sınırın yatay bir “popülist” tarzla kurulması gerekiyor (Mouffe, 2019: 18).
İşçi sınıfının anti-kapitalist mücadelede baştan ayrıcalıklı bir role sahip olduğunu düşünmek için bir sebep yoktur; aslına bakarsanız, anti-kapitalist mücadelede baştan ayrıcalıklı bir konum yoktur (Mouffe, 2019: 60).
Haksızlık da etmeyelim. Mouffe, radikal demokrasi tezindeki vurguların bugün zamanının geçtiğini utangaçça ifade etmiyor da değil:
Ernesto Laclau’yla beraber Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi yazdığımızda, sol siyasetin meselesi “yeni [toplumsal] hareketler”in taleplerinin farkına varmaktan ve onların talepleriyle daha geleneksel işçilerin taleplerini eklemleme ihtiyacından ileri geliyordu. Şimdilerde bu talepler tanınma ve meşruiyet açısından önemli ilerlemeler kaydetti ve büyük bölümü sol siyasetin gündemine girmiş durumda. Aslına bakarsanız, bugünkü durumla bizim otuz sene önce eleştirdiğimiz durum arasında bir zıtlık olduğu ve ihmal edilenin artık “işçi sınıfı”nın talepleri olduğu söylenebilir (Mouffe, 2019: 69).
Mouffe, kimlik siyasetinin bitmez bölünmelerinin solun alanını ne kadar daralttığını yaşayarak öğrendiğinden olsa gerek, kimlikler değil de “toplumsal sorun” öne çıksın vurgusu yapıp birbirine düşmek yerine “bir eşdeğerlik zinciri aracılığıyla kolektif bir iradenin yaratılması, bir hasmın tayin edilmesi” (Mouffe, 2019: 73) çağrısında bulunuyor:
Sol popülist stratejinin zorlu görevi, “toplumsal sorun”un önemine yeniden ağırlık vermekten ve “işçiler” olarak tanımlanan grubun gittikçe parçalanmasını ve farklılaşmasını ama aynı zamanda çeşitli demokratik taleplerin özgüllüğünü hesaba katmaktan gelir. İşte bu, sömürü, tahakküm ve ayrımcılık meselelerine dair farklı tabiiyet biçimlerinin üzerine giden bir proje etrafında “bir halk” inşasını gerektirir (Mouffe, 2019: 70-71).
Zaman Popülizmden Yana
Mouffe, şimdileri “popülist bir moment” olarak tarifliyor. Popülizmi de birlikte “Radikal Demokrasi” tezini geliştirdikleri Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine kitabına atıfla “toplumu iki kampa bölen politik sınırları inşa etmek ve ‘iktidar sahiplerine’ karşı ezilenleri/kaybedenleri seferber etmek için başvurulan söylemsel bir strateji” (Mouffe, 2019: 22-23) olarak tanımlıyor.
1980’den bu yana hâkim olan neoliberal paradigmanın hegemonya krizi nedeniyle Batı Avrupa’da popülizm momentine girildiğini söyleyen Mouffe, hızlı çıkış yapan sağ popülizme karşı sol popülizmin merhem olacağını savunuyor. Neden sol popülizme ihtiyaç var polemiğiyle başlattığı kitabını, bu politik projeyi yaşama geçirmek kimin işi ve nasıl bir sol popülizm tartışmalarıyla sürdüren Mouffe, akademik değil politik bir müdahalede bulunma iddiasında. Mouffe ağırlıklı olarak Podemos ve Melenchon’u gündeme alsa da İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders ve Yunanistan’da Syriza da sol popülizmin örnekleri olarak karşımızda duruyor.
Mouffe, özellikle 2008 krizi sonrasında netleşen neoliberal hegemonyanın krizi ve bu durumun merkez partileri zayıflatarak her iki siyasal ucu beslediği konusunda haklı. Yunanistan’da borç krizi ekonomiyi çöküşe sürüklediğinde on yıllarca ülke siyasetine damga vurmuş merkez sağ ve sol partilerin (PASOK ve Yeni Demokrasi) oyları yerlerde sürünüyordu. Merkez sağdan farkı kalmamış sosyal demokrasi açısından fatura daha da ağır. İngiltere’de Corbyn ipleri eline alana kadar yılların örgütü İşçi Partisi kendi iç çalkantılarında boğulan, toplumsal desteği çökmüş bir aktöre dönüşmüştü. Sosyal demokrasinin doğduğu ülke olan Almanya’da SPD, 2017 seçimlerinde 1949’dan beri aldığı en düşük oy oranına gerilemişti. Ve birçok ülkede benzer başka örnekler… Ekonomik ya da siyasal krizlerin toplumu sarstığı anlarda kitlelerin, her şeyin olduğu gibi devam etmesinden yana olan merkez partilere sırtını dönmesi yeni bir durum değil. Yaşam olağanüstülükler içindeyken, halk bugün ve gelecek kaygısına düşmüşken “aynı tas aynı hamam” diyenlerin zemin kaybetmesinden daha doğal bir şey olamaz. Olağanüstülükler, olağanüstü politik alternatifleri gündeme getirir; siyasi uçları güçlendirir. Aşırı sol güçlü ve etkili bir aktör değilse öfke-nefret üzerinden umutsuzluğu örgütleyen aşırı sağa (Mouffe’un sağ popülizm diye tanımladığı) alan açılır. Kriz anlarında aşırı sağın da aşırı solun da temel söylemi ekonomi üzerinedir. Siyasi elitlere karşı halk meselesinin geri planında yoksullaşma ve krizin faturasının halkın çoğunluğunun sırtına yıkılması vardır. Aşırı sol için sömürücülerin, sermayenin ve onun hizmetindeki siyasi elitlerin, devletin konumunu deşifre etmek ve bu söylemin halk katında karşılık bulması için kriz anlarından daha uygun bir zaman olamaz.
Sol Popülizm Neye Dayanacak?
Mouffe, sol popülizmin jargonunu siyasi elitlerle (oligarşi) halk arasındaki hasımlık temelinde, halkın çeşitli demokratik taleplerinin eklemlenmesi üzerine kurmasını istiyor[1]:
Popülizm aşağıdakiler ve yukarıdakiler ayrımı üzerine siyasi sınır çizer. Müesses nizama karşı halk gibi. Bu nedenle bu konjonktürde, sınırı Marksist gelenek içinde burjuvaziye karşı proletarya, sermayeye karşı emek arasında çizmeye çalışan aşırı-sol partilerin başarı şansı yok. Bunun yerine neoliberal kurumlara karşı halk biçiminde bir sınır çizilebilir. Bu durumda da halkı nasıl kuracaksın? Halk ne? Oligarşiye karşı, neoliberalizme karşı olanlar, aşağıdakiler (Mouffe, 2019: 110).
Mouffe’a (2019: 23-4) göre neoliberal hegemonyanın temeli “piyasanın egemenliğini dayatmaya ve – kuralsızlaştırma, özelleştirme, kemer sıkma – ve özel mülkiyet haklarını, serbest piyasayı ve serbest ticareti korumakla devletin rolünü sınırlandırmaya yönelik bir dizi politik-ekonomik uygulamayla atılmıştır.” Neoliberalizmin aslen emekçi düşmanlığı üzerinden temellendiğini beyan ettikten sonra Mouffe (2019: 14), sol popülizmin “işçi sınıfının taleplerini eklemleyen bir ‘eşdeğerlilikler zinciri’”ni ifade eden kimliklerin, hareketlerin oluşturduğu talepler manzumesi üzerinden hareket etmesi gerektiğini savunuyor. Mouffe açısından emekçiler, çeşitli kimlikler arasında bir kimlik olmaktan; “eşdeğerlilikler zinciri”nin sade bir parçası olmaktan öteye pek de gidemiyor.
Postmodern teorisyenlerin vazgeçilmezi işçi sınıfını merkeze alan sosyalist/komünist tezleri “özcülük”le suçlayıp işçi sınıfının devrimin öznesi olmadığı iddia etmeleridir. Postmodernistler açısından aslında ortada özne de yoktur. Mouffe, “radikal demokrasi” tezinden “sol popülizme” geçiş yapsa da işçi sınıfını bir özne olarak yok sayma halinde bir değişiklik yok[2]. Bu tezlerin sol üzerinde etkide bulunabilmesinin gerisinde bazı nesnel gerçeklikler de yok değil.
1970’lerin sonundan itibaren İngiltere ve ABD merkezli başlayan neoliberal dönem, üretim süreçlerinin parçalanması ve Uzak Doğu üretim merkezine dönüşürken Batı’nın gelişmiş ülkelerinde hizmet sektörünün ağırlığının artmasıyla ilerledi. Uzunca yıllar boyunca hâkim olan Fordist model, büyük işletmelerde çok sayıda işçiyi biraraya getirerek örgütlenmelerin ve böylece kitlesel çapta eylemlerin önünü açmıştı. Bu fabrikaların küçük küçük işyerlerine bölünmesi, aynı işyeri içinde çalışanların taşeron sistemiyle parçalanması, hizmet sektörünün genişlemesiyle az sayıda emekçinin çalıştığı işyerlerinin ağırlık kazanması işçi örgütlülüğüne, sendikaların gücüne inanılmaz darbe vurdu. 1980 sonrası dünya çapında sendikalaşma oranları çarpıcı şekilde düştü. Bu durum işçi sınıfının eylem gücünün zayıflamasını da beraberinde getirdi. İşçi sınıfının politikayı belirleme kapasitesi zayıflarken etkin bir toplumsal aktör olarak halkın karşısında çıkışı sekteye uğradı. Böyle bir konjonktürde postmodernistlerin işçi sınıfının ölümünü ilan etmesi ve bu iddianın kabul edilmesi de çok daha kolaylaştı.
İşçi sınıfının kolektif bir özne olarak gücü zayıflasa da genişliği 1980’lerden bugüne çok arttı. İşçi sınıfının vadesinin geçtiğini ilan edenler bile toplumun çok daha büyük bir kesiminin sıradan çalışanlara dönüştüğünü kabul etmek zorunda kalıyor. Ücret karşılığı, üretim sürecinde hiçbir belirleyiciliğe sahip olmadan çalışma yaygınlaştı. Marks ve Engels’in (2014: 28) Komünist Manifesto’da öngördüğü süreç olan işçileşme süreci gerçekleşti: “Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.” Saygın profesyoneller maaşlı çalışanlara dönüştü. İşçi sınıfının niceliksel büyümesi yok sayılacak gibi olmadığından postmodernist ekol, Marks’a alternatif bir kavramla karşımıza dikiliyor: prekarya. İngilizcede güvencesiz demek olan “precarious” kelimesiyle proletarya anlamına gelen “proletariat” kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşan prekarya, aslında işçi sınıfının güvencesiz kesimlerini ifade etmekten başka bir anlam taşımıyor. Ama postmodernistlerin Marks’a alternatif yeni bir kavram icat etme ve kullanma hazları sözkonusu.
Toplumu değiştirmek gibi bir iddiası kalmamış postmodernistlerin işçi sınıfının yok sayma eğilimleri, entelektüel hegemonya kurdukları ölçüde bütün bir solu kötürümleştirdi. Radikal kanat da dâhil solun neredeyse tamamı ibreyi kimlik siyasetine döndürünce sol faaliyet aslen ezilen kimliklere, yani sınırlı toplumsal gruplara odaklandı. Bütün bir topluma hitap etme ve onu etkileme şansını kaybetmiş sol da hızlıca güç kaybedip etkisizleşti. Şimdi Mouffe karşımıza toplumsal hareketlerin ancak toplumsal sorunu öne çıkaran bir siyasi partide birleşerek başarılı olabileceği vurgusuyla çıkıyor. Ama işçi sınıfını bu siyasetin odağına açıkça koymakta hala ayak sürüyor. Oysaki sol popülizmin de emek merkezli olmadan güçlü bir siyasal aktör olma şansı yok.
Bir kere toplumun çoğunluğunu ifade ediyor işçi sınıfı. Nesnel çıkar ortaklığıyla bağlı bir toplumsal grup bu. Popülizmden bahsediyorsanız toplumun geniş kesimlerinin dertlerini söylem ve taleplerinizde öncellemeyeceksiniz de ne yapacaksınız? Bunun en temel yolu emek gündemli siyaset yürütmektir. Mesela neoliberal saldırıların odağında olan çalışma saatleri, asgari ücret, yıllık izin, emeklilik yaşı, emekli maaşı vb. meselelerde emekten yana bir söylem hızla geniş kesimlerin desteğini alacaktır. Bakın Corbyn’e, Melenchon’a… Corbyn’in toplumsal destek kazanmadaki hızlı başarısında halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen ücretsiz eğitim, zenginlerin vergilendirilmesi, özelleştirmelerin geriye döndürülmesi gibi talepleri öne sürmesi etkili olmuştur. Keza Melenchon’un yıldızının parlamasında zenginlerin vergilendirilmesi, emeklilik yaşının 60’a düşürülmesi, haftalık 35 saatlik iş süresi, ücretli iznin 6 haftaya çıkarılması gibi emekçi gündemli talepler belirleyici olmuştu. Ne Corbyn ne de Melenchon örneği tesadüf. Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflar, özellikle 2008 krizinin yükünü sırtlanmaktan yorulmuş durumdalar. Emeğin haklarını genişletecek söylemler – inandırıcı olduğu ölçüde – ilk planda hızla destek kazanıyor[3].
Antagonizma Yerine Agonizma
Mouffe, neoliberal dönemden “‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki politik sınıra duyulan ihtiyaç köhne bir politik modele ait diye düşünüldü ve ‘merkezdeki konsensus’ demokrasinin olgun biçimine atılan bir adım olarak göklere çıkarıldı.” (Mouffe, 2019: 44) diyerek şikâyet ediyor. Konsensusa yapılan aşırı vurgunun demokrasiye zarar verdiğini düşünen Mouffe, demokratik siyasetin hasımsız olmayacağını söyleyerek bu hasımlık ilişkisinin hangi temelde tekrar inşa edilmesi gerektiğini Sol Popülizm kitabında tanımlıyor. Neoliberal dönemde konsensus adı altında merkez sağ ve sol arasındaki ayrımın silinmesine, çatışmaların yok sayılmasına karşı çıkan Mouffe çatışmayı demokratik siyasetin vazgeçilmezi olarak görüyor. Ancak bu çatışma düşmanlar arası bir mücadeleyi değil, muhalifler arası bir mücadeleyi ifade etmeli Mouffe açısından. Mouffe, bu perspektifle agonizma (rakipler/hasımlar arası ilişki) kavramını öne çıkarıyor:
Liberal demokrat bir rejimde mühim olan mesele, politika açısından kurucu olan biz-onlar ayrımının çoğulculuğun tanınmasıyla uyumlu bir biçimde nasıl tesis edileceğidir. Önemli olan, çatışmanın bir “antagonizm” (düşmanlar arası mücadele) değil, “agonizm” (hasımlar arasındaki mücadele) biçimini almasıdır. Agonistik karşı karşıya geliş, antagonist karşı karşıya gelişten farklıdır… Rakibi ortadan kaldırılması gereken bir düşman değil, varlığı meşru kabul edilen bir hasım olarak hesaba katması hasebiyle farklıdır (Mouffe, 2019: 101).
Marks’ın işçi sınıfı – burjuvazi antagonizmasının (dost-düşman ilişkisi) yerini konsensüse eşlik eden muhalefet almış oluyor böylece. Mouffe’a (2019: 42) göre “merkezî bir otoriteye ihtiyaç duymaksızın çeşitli ekonomik ve siyasi modellere göre örgütlenmiş bölgesel kutupların çokluğunun kabul edilmesi” dünyayı “agonistik” kılacak. Demek istiyor ki demokratik siyasetin kurucu öğelerinden biri çoğulculuk, rekabet temelinde işlerse farklılıklar temelinde bir dünya sistemi mümkündür.
Mouffe, mealen kimseyi dışlamadan konsensusa ulaşmak pekâlâ mümkün diyor. Gerçekten öyle mi? İşçi sınıfının, toplumun ezilen ve sömürülenlerin siyasi özneler olarak varlığına “hasımları/rakipleri” kapitalistlerin tahammülü var mı? İşler tıkırında giderken bir nebzeye kadar. Ama ya kriz bir var olup olmama sorunu ortaya çıkardığında? Dünya çok daha sık böyle krizlerin içinde kendini buluyor.
Mesela 2008’de finans şirketlerini bizim cebimizden kurtarmayın diye milyonlar sokağa dökülseydi ABD’de rekabet temelinde bir konsensus çıkar mıydı? Yoksa zorun gücüyle hareket bastırılmaya mı çalışılırdı? Mouffe’un kendisi de Chavez örneğinden egemen sınıfların çıkarlarını tehlikede hissettiğinde hiç de uzlaşmacı davranmadığını ortaya koyuyor: “Karşı tarafı düşman değil, hasım olarak görmek ve öyle davranmak. Bunun gerçekleşmesi için senin böyle davranman yetmiyor. Karşı tarafında da oyunu böyle oynaması lazım. Venezuela’da bu hiç gerçekleşmedi. Chavez iktidara gelir gelmez düşman ilan edildi” (Mouffe, 2019: 114-5).
Mouffe, aslen bize, “aramızda çeşitli farklılıklar olsa da aynı gemideyiz” demiş oluyor. Bu argüman kriz içinde debelenen ve meşruiyet kaybı yaşayan kapitalist sisteme ve onun işlerini gören iktidarlara soldan destek değil de nedir? Daha fazlası da var: Mouffe (2019: 51), “…bizim savunduğumuz, liberal demokrat rejimin etik-politik ilkelerinin, yani ‘herkes için özgürlük ve eşitlik’ ilkesinin ‘radikalleştirilmesi’ydi” diyor radikal demokrasi tezleri için. Sanki liberal demokrat rejimin gerçekten etik-politik ilkesi herkes için eşitlik, özgürlükmüş gibi. Buna kapitalizm altında imkân varmış gibi. Gramsci, Batı’da işler daha zor derken sivil toplumda rejimin hegemonyasının sürdürücüsü olan, sistemin emniyet sübaplığını yapan Mouffe gibilerden bahsediyordu.
İleri demokrasinin beşiği olma iddiasındaki AB’nin gözde ülkesi Fransa’da Sarı Yelekliler hareketine yönelik polis müdahalesinde AKP’nin Gezi Direnişi’ndeki tavrının bir benzerini gördük. Almanya’da Nazilerin, İtalya’da Mussolini’nin, İspanya’da Franco’nun iktidarı tarihin tozlu sayfalarında falan kalmadı. Egemen sınıfların işçi sınıfının devrimci atılımıyla sonuçlanan derin bir ekonomik-toplumsal kriz karşısında çaresiz kaldıklarında neler yapabileceklerinin en billurlaşmış örnekleri bu rejimler. İşçi sınıfı ile kapitalistler arasında uzlaşmaz çıkar karşıtlığı var; düşmanlığın temelini hazırlayan da bu. Çünkü sömürünün kaynağı olan emekçi sınıflardan artı değeri çekebildiği oranda kapitalistlerin var olma imkânı var. Uzlaşma dediğinizde emekçi sınıflara siz biraz fedakârlık edin demiş oluyorsunuz; çünkü egemen sınıfların, kapitalistlerin ödün vermesini engellemek için koca bir devlet mekanizması var arkalarında. Uluslararası ölçekte düşünüldüğünde uzlaşma daha bir hayal oluyor. Dünyanın tepesine çöreklenmiş ABD egemen sınıflarıyla Irak’ta, Suriye’de evleri başlarına yıkılan, yerinden yurdundan edilen emekçi halkın uzlaşması düşünülebilir mi? Dünya bugün bu emperyalist çekişmelerin daha çok gölgesi altında.
Halk Nasıl İnşa Edilecek?
Mouffe’a göre siyasalın kurucu öğesi olan kolektif kimliklerin biraraya gelmesi için, sol popülizm “Bir dizi demokratik talebi birleştirip, bir ortak irade yaratmalıdır.” (Mouufe, 2019: 112). Mouffe’un tarif ettiği çokluğu birleştirecek çimento ne olacak? Mesela Marksizm işçi sınıfının devrimci birliğinden bahsederken ortak çıkarlara vurgu yaparak nesnel bir temel tanımlıyor. Bakın Şili’ye, Lübnan’a, Irak’a; neoliberal saldırılar, yoksulluk emekçileri nasıl birleştiriverdi!
Mouffe, çokluğu biraraya getirecek nesnel bir zemin tarifleme derdinde değil. Sonuç da ahlaki, vicdani temellerde yaratılabileceği iddia edilen bir “ortak irade” oluyor: “Yurttaşlığın radikal demokrat kavranışı, farklı demokratik mücadelelerin içerisinde yer alan insanlara ortak kimlik sağlayacak bir imkân olarak tasavvur edildiğinde, eşdeğerlik zinciri vasıtasıyla bir ‘halk’ inşasına alan açabilir.” (Mouffe, 2019: 76). Halk otomatikman demokratik bilinçle hareket etseydi bu noktada olmazdık herhalde sorusunu Mouffe da kendisine sormuş olmalı ki bu bilinci taşımayanları bilinçlendirme görevini de sol popülistlere vermiş:
Farklı siyaset seçenekleri arasında seçim yapmanın kriteri, hangisi demokrasiyi radikalleştirir sorusudur. Bana göre radikal demokrat yurttaş olarak davranmıyoruz hayatta. Elbette yurttaş olarak davranmakla hiç ilgilenmeyen dünya kadar insan var. Önemli olan bu bilinci geliştirmek ve güçlendirmektir. Sol popülist strateji bu bilinçlenmeyi geliştirmeyi hedefler (Mouffe, 2019: 126).
“Bilinçlenmeyi geliştirmek”; nasıl mı? İşte bu nokta iyice ilginçleşiyor. Artık çaresizlikten bu büyük projenin imdadına halkı inşa edecek duygulanımlar ve bu duygulanımların yaratıcısı olarak sanatsal ve kültürel pratikler çağrılıyor:
Politikada duygulanımların oynadığı hayati rolü ve onların ne şekilde harekete geçirildiğini fark etmek başarılı bir sol popülist strateji tasarlamak açısından belirleyicidir (Mouffe, 2019: 85).
Sanatsal ve kültürel pratiklerin sol popülist bir stratejide oynayacağı rol işte bu sebeple önemlidir. Neoliberal sistem, hegemonyasını sürdürmek için, hiç durmadan insanların arzularını harekete geçirmek ve kimliklerini şekillendirmek durumundadır. Farklı bir hegemonya kurmaya mütemayil bir “halk” inşası, neoliberal hegemonyayı ayakta tutan ortak duygulanımları aşındırabilen ve demokrasinin radikalleştirilmesinin koşullarını yaratabilen söylemsel/duygulanımsal pratiklerin çeşitliliğini beslemeyi gerektirir (Mouffe, 2019: 87).
Demokrasinin radikalleştirilmesi derdiyle hareket eden bir halkın inşasının dışında sol popülist partinin heterojen demokratik talepleri eşdeğerlik zinciriyle kendisine bağlaması için de bir açılım yapıyor Mouffe: “…bir dizi heterojen talebin yan yana gelmesini sağlayacak ama tek bir dili dayatmayacak bir simgeye ihtiyaç var. Mücadeleler kendi özelliklerini korumaya devam etmeli… Belirli hedef ve amaçlar için bir ortak irade oluşmalı. Bunun için birliği temsil eden bir simgeye, bir ilkeye ihtiyaç var. Bu simge bir lider olabilir, bir mücadele olabilir” (Mouffe, 2019: 116). Dedik ya Mouffe, postmodernistlere göre çok ileri gitmiş; siyaseti şekillendirmeye dair kaygılarınız olunca başka türlü olmuyor tabi. Gelelim argümanına. Çok başarılı, karizmatik bir liderin elinde sihirli bir değnek yok. Lider dediğiniz kişi de söylemiyle, siyasi duruşuyla, talepleriyle öne çıkıyor. Mücadelelerde öyle.
Ekonomik-Siyasal Olanın Ayrıştırılması, Yurtseverlik: Var mı Artıran!
Mouffe (2019: 57) “devrim mi reform mu gibi hatalı bir ikilem” vurgusu yaptıktan sonra kendi bakış açısını şu şekilde formüle ediyor: “…kapitalizmi aşındırmak… Bu fikri seviyorum. Cepheden bir çatışma değil, sistemi zayıflatacak, içinde çatlaklar oluşturacak, yıpratıp aşındıracak mücadeleler. Reformist olmayan reformlar yapmak demek bu” (Mouffe, 2019: 130). Kimin kimi aşındırdığını reformist/sosyal demokrat hareketin son yüzyılı göstermedi mi! Sistemin sınırları içinde bir çözüm öngördüğünüzde onun değerleriyle hareket eden bir noktada kendinizi bulmanız çok zaman almayabilir.
Mouffe, devletin tarafsız bir alan değil, hegemonya mücadelesinin alanı olduğunu söylerken aslında sol popülizmin iktidara gelerek sistemin işleyişinde değişim yaratabileceğini ifade etmek istiyor. “Var olan kurumlardan hareket etmek” (Mouffe, 2019: 127) gerektiğini düşünen Mouffe, kapitalist düzenin ekonomik ve siyasal alanını ayırma girişimiyle tam da reformizmin doğasına uygun bir tavır geliştiriyor:
Hatalı ikilem, epey yaygın bir biçimde, liberal demokrasinin politik kurumlarıyla kapitalist üretim tarzını birbirine karıştırmaktan kaynaklanır. Oysa gerçekte olan, tarihsel olarak bugüne dek karşılaştığımız türden bir olumsal eklemlenmedir… kapitalizm ve liberal demokrasi arasında zorunlu bir ilişkinin olmadığı açıktır… Maalesef Marksizm de liberal demokrasiyi kapitalizmin üstyapısı olarak sunup, bu kafa karışıklığına katkıda bulunmuştur. Bu iktisadiyatçı yaklaşımın liberal devletin imha edilmesinin icap ettiğini düşünen çeşitli sol kesimlerde hala kabul görmesi gerçekten üzücüdür. Günümüzde demokratik taleplerin ilerletilmesini mümkün kılacak kuvvetler ayrılığı, genel oy hakkı, çok-partili sistem ve medeni haklar gibi kurucu ilkeler, liberal devletin işleyiş alanına içkindir… benim savunduğum radikal reformcu politika, liberal demokrat politik işleyiş içerisinde iş görse dahi, kapitalist üretim ilişkilerine meydan okumaya engel değildir (Mouffe, 2019: 60).
Kapitalizmin kendinden önceki üretim biçimlerinden temel farkı, sömürünün ekonomi kaynaklı olması temelinde siyasal ve ekonomik alan arasındaki ayrılmadır. Şöyle ki eski egemen sınıflar siyasal-yasal ayrıcalıkları temelinde sömürücüler haline gelmişlerdir: köle sahibi olmak için yurttaş olmanın gerekliliği, feodal beyin senyoraj hakkıyla köylünün emeğini sömürmesi gibi. Ama kapitalizmde sömürünün kaynağı yasal zor değil ekonomik bir zorunluluktur. Her şeyin metaya dönüştüğü bir toplumda çalışmadan hayatta kalmak mümkün olmadığından işçiler emeklerinin sömürüsüne evet derler. Sömürünün kaynağı yasal-siyasal sistem olmayınca da ekonomik düzen ile siyasal işleyiş arasında ayrışma imkânı, her alanın kendi içinde özelleşmesi mümkün olmuştur. Ancak bu aralarındaki derin bağı ortadan kaldırmaz, sadece gözlerden gizler. Sanki toplumun en zenginleriyle devletin tepesinde oturanlar arasında çıkar birliği, kader ortaklığı, birbirini kollama hali yokmuş gibi. Bu durum sadece bir görüngüden ibarettir. Bu bağlamda sol popülist bir parti iktidara geldiğinde kısmi değişiklikler yapabilse de – ki neoliberal çağda bu reformların zemini de ortadan kalkmıştır – sistemin eşitsizlik üreten, özgürlükleri her daim daraltmaya çalışan asıl özünü dönüştürmek mümkün değildir. Mouffe ise liberal demokrat modele sadık kalarak anti-kapitalist olunabileceğini söylemekte: “Demokrasiyi radikalleştirme işlemi ister istemez anti-kapitalist bir boyuta sahip olmalıdır çünkü karşı konulması gereken tabiiyet biçimlerinin çoğu kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur” (Mouffe, 2019: 60).
Mouffe’un klasik sosyal demokrat tezleri farklı bir isimle önümüze sunduğunu söylemiştik. Bir örnek daha verelim haklılığımız açıklık kazansın. Sosyal demokrat hareketle komünistlerin yol ayrımına yol açan yurtseverlik konusunda Mouffe tarafını belli etmiş:
Neoliberalizme karşı mücadelenin yalnızca ulusal düzeyde kazanılamayacağı açıktır. Avrupa düzeyinde bir ittifak kurmak gerekir, fakat sol popülist bir strateji ulusal -veya bölgesel- özdeşleşme biçimlerinde geçerli olan güçlü libidinal yatırımı görmezden gelemez ve bu alanı sağ popülizme bırakmak çok riskli olur. Bu, kapalı ve savunmacı milliyetçilik biçimlerini teşvik eden örnekleri benimsemek anlamına gelmez, söz konusu duygulanımların akacağı başka bir çıkış yeri önermek, onları ulusal geleneğin en iyi ve çok daha eşitlikçi veçheleriyle yurtsever bir özdeşleşme etrafında harekete geçirmek anlamına gelir (Mouffe, 2019: 81).
Mouffe’un üstteki sözlerinden sanki milliyetçiliğe fırsatçı bir temelde sahip çıkılıyormuş gibi görünebilir. Ancak mesele ulusal birlik fikri olunca fırsatçı tavır, ya gerisinde bu değerlerin kabulünü taşır ya da o noktaya doğru hızla uzanır. Podemos da mesela İspanya sağının “Çok Yaşa İspanya” sloganına sahip çıkmaktan geri kalmamıştır. Avrupa Sol Partisi’nde ulusalcı bir proje koyanlarla (Melenchon, Podemos vb.) daha liberal bir pozisyon takınarak Avrupa Birliği’nin projesine sadık kalanlar (Syriza, De Linke benzeri) bir bölünme yaşandı bile.
Nedir Gramsci’nin Sizden Çektiği?
Mouffe, sol popülizmin iktidara yürüyüşü konusunda argümanlarını Gramsci’ye dayandırmış.[4] Mouffe’a göre “Gramsci’nin hegemonik politikaya yaptığı en önemli katkılardan biri, hem politik toplumu hem de sivil toplumu içerdiğini düşündüğü ‘integral devlet’ kavrayışıdır… Böyle bakarsak, hükümetin geleneksel aygıtı olmasının yanında devletin aynı zamanda farklı güçlerin hegemonya için çarpıştığı kamusal alanlardan ve çeşitli aygıtlardan müteşekkil olduğunu görebiliriz.” (Mouffe, 2019: 58). Bu sözlerin anlamı şudur: hegemonya mücadelesinde başarılı olup kurumları dönüştürmek pekâlâ mümkündür. Mouffe (2019: 59) şöyle özetler kendi bakışını: “Amaç devlet iktidarını ele geçirmek değil, Gramsci’nin söylediği gibi, ‘devlet haline geliş’tir”.
Gramsci’nin mevzi savaşının bu şekilde değerlendirilmesi Mouffe’la başlamadı. Bütün bir Eurokomünizm ekolü Gramsci’yi kendi reformist tezlerinin akıl hocası ilan ediverdiler. Oysaki mevzi savaşının çıkış noktası “neden Rusya’daki sosyalist devrimin başarısı Batı’da tekrarlanmadı?” sorusuna yanıt üretme kaygısı. Yani devrimci bir dert var geri planında. Gramsci bu noktada Rusya’da sivil toplumun çok zayıf olmasının, sopanın gücüne dayalı devletin her alanı kaplamasının bir manevra savaşıyla işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün iktidara uzanmasına imkân verdiğini söyler. Oysaki Batı’da sivil toplum gelişmiştir ve iktidarı alma girişimi sadece bir kalkışma ile başarıya ulaşamaz. İşçi sınıfı, iktidarı ele alma yolunda bağlaşık sınıfların önderliğini kazanması için hegemonyasını organik aydınları aracılığıyla devrim öncesinde kurmalıdır (Gramsci, işçi sınıfının organik aydınlarını yetiştirmekle devrimci partinin görevli olduğunu belirtir. Gramsci tarafından devrimci partinin kendisi kolektif aydın olarak değerlendirilir). Ancak bu şekilde sistemin krizi patlak verdiğinde işçi sınıfı bu fırsatı değerlendirecek güce sahip olur.
Mouffe sol popülizm argümanına Gramsci’yi ortak etmiş ama Gramsci’nin mevzi savaşı ve hegemonya analizleri olsa olsa sol popülizmin neden “halkın egemenliği tekrar eline alması”na köstek olduğunu bize anlatır. Mevzi savaşı şunu ortaya koyar: Batı’da egemen sınıfların iktidarını mümkün kılan sopanın gücünün ötesinde sivil toplumu sarıp sarmalayan bir rıza üretme imkanıdır. Bu rızanın sağlayıcıları da sadece açıktan burjuva çıkarların savunucusu partiler (merkez sağ, aşırı sağ) değildir; sosyal demokrasi de, Syriza gibi partiler de, sendikalar da, hatta kimi zaman sözde komünist partiler[5] de olabilir. Bunların hepsi oyunda sırası geldiğinde kapitalist düzenin devrim tehdidi karşısında emniyet sübabı olurlar. Dolayısıyla Gramsci’ye dayanarak sol popülizm savunusu komik olur.
Sosyal Demokrasinin Sınırları
Mouffe, Laclau ile birlikte 1985’te Hegemonya ve Sosyalist Siyaset kitabını yazdıkları sırada hala sosyal demokrat partilerin “demokrasinin radikalleştirilmesini hedefleyen bir projeyi gerçekleştirmesi için dönüştürülebileceğini” (Mouffe, 2019: 17) düşündüğünü söylüyor. Oysa sonrasında 1980’lerin neoliberal hegemonyasına sosyal demokrasinin de teslim olduğunu, “‘sol’ kimliğini bir kenara bıraktı”ğını (Mouffe, 2019: 15-16), sağ-sol ayrımının kaybolduğunu ve böylece de bu partilerin etkisizleşip düşüşe geçtiklerini belirtip artık sosyal demokrasiden bir şey beklenemeyeceğini, çözümün sol popülizmde olduğunu savunuyor Mouffe. Sosyal demokrasinin sosyalist hareketle ortak bir tarihi var; siyaset sahnesindeki varlıkları bir arada başladı. Ayrılıkları ise keskin şekilde 1. Dünya Savaşı döneminde gerçekleşti. O günden bu yana sosyal demokrasinin tarihi ileri geri hamlelerle dolu. Sadece 1980 sonrasında sapıtmış, varlık zemininin altını oymuş bir sosyal demokrasi falan yok yani. 1920’lerde sosyalist devrim dalgası birçok Avrupa ülkesini sararken kapitalist düzeni ayakta tutan – Alman devriminin önderleri Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht’i katletme, Nazilerin SA birliklerinin öncüsü olacak Freikorps’ları örgütleme pahasına – sosyal demokrasiden başkası değildi. Kapitalizmin başı her dara düştüğünde onu ayakta tutan koltuk değneği sosyal demokrasi oldu, kendi toplumsal desteğini kaybetme pahasına. Kapitalizmin giderek süresi kısalan genişleme dönemlerinde reformlarla piyasaya çıksa da – ki o bile sosyalist hareketin önünü kesme hedefiyle – kriz anlarında halkın acı reçeteyi kabul etmesini sağlayan aktörler oldu sosyal demokrat partiler.
Gelelim bugünkü tartışmaya. Mouffe’un sosyal demokrasiden ümidini kesmesi lafta aslında. Bize halkın politik temsilcisi olarak sunulan sol popülizm, sosyal demokrasinin isim değiştirmiş halinden başkası değil. Mouffe’un argümanları da radikal görüntünün altında modası geçmiş klasik sosyal demokratik tezleri postmodern sosla önümüze tekrar getirilmesini ifade ediyor:
Sol popülist strateji anayasal liberal demokrat çerçevede yeni bir hegemonik düzenin tesisine taliptir ve çoğulcu liberal demokrasiyle radikal biçimde köprüleri atmayı ve bütünüyle yeni bir politik düzenin kuruluşunu amaçlamaz. Neoliberalizmin liberalizm ve demokrasi arasındaki tanımadığı eklemlenmeyi yeniden tesis edecek, yeni bir hegemonik oluşumu meydana getirmeye mütemayil bir kolektif iradenin, yani “halk”ın inşa edilmesini ve demokratik değerlerin başrolde oynamasını amaçlar. Demokratik kurumların radikalleştirilmesi ve belinin doğrultulması işlemi şüphesiz kırılma momentlerine ve egemen iktisadi çıkarlarla karşı karşıya gelmeye gebedir fakat liberal demokrat meşruluk ilkelerine sırt çevirmek şart değildir… Buna belki “radikal reformculuk” veya… “devrimci reformculuk” denebilir çünkü bu adlandırmalar reformların tahrip edici boyutuna ve demokratik araçlarla olsa da reformların sosyoekonomik iktidar ilişkilerinin yapısında derinden bir dönüşüm gerçekleştirme amacında olduğuna işaret eder (Mouffe, 2019: 56-7).
Sol popülist bir stratejinin amacı, iktidara gelmek ve ilerici bir hegemonya tesis etmek için halka dayalı bir çoğunluğun yaratılmasıdır (Mouffe, 2019: 61).
Mouffe kendi savunduğu sol versiyonun – sol popülizmin – “radikal reformculuk” olduğunu savunuyor. Oysa ki iktidara uzanınca bu partilerin yıldızını parlatan söylemlerin, taleplerin yerinde yeller esiyor. Syriza örneği bu durumu kanıtladı zaten. Mouffe’un politik reçetesi yaygınlık kazandıktan çok kısa süre sonra Syriza’nın egemen sınıfların ve Troyka’nın çıkarına Yunanistan’ı krizin dibinden çıkararak halk desteğini kaybetmesi ve seçimlerde yenilmesi acıklı tabi[6]. Syriza’nın mevcut, bahsi geçen sol popülizm örneklerinin gelecekte gerçekleştirmesi muhtemel iktidar deneyimleri Mouffe’un sol popülizminin sınırlarını göstermesi açısından anlamlı. Mouffe’a göre sol popülizminin gözde temsilcisi Unidas Podemos, Temmuz ayı içinde emekçi halka türlü neoliberal ihanete imza atmış sosyal demokrat PSOE ile hükümet ortağı olmanın kenarından bakanlık pazarlığı yüzünden döndü bile[7]. Iglesias, görüşmeler sırasında “İlerici güçler İspanya’nın geleceğine yüzünü dönmek için güçlerini birleştirmek zorunda” diyordu. Ya da Demokrat Parti içindeki Demokratik Sosyalistler grubundan Ocasio-Cortez’i, seçildikten sonra Cumhuriyetçi eski başkan adayı McCain’in ölümünün ardından onu güzel sözlerle uğurlar buluveriyorsunuz.
Mesele kişiler ya da partileri değil. Sistem içi bir çözüm peşinde olduğunuzda, o sistem de krize girdiğinde, kriz de varlık meselesine dönüştüğünde onu ayakta tutmak için fedakarlıklara katlanırsınız. Çipras’a sorsanız; bıraksaydık da Yunanistan batsaydı, insanlar daha çok mu yoksullaşsaydı der. Yani reformizmin radikali reformsuzu iktidara geldiğinde aynı çizgide birleşiverir. Çok daha radikal görünümde olsanız da sistemin sınırlarını kendi sınırlarınız bilirseniz durum budur. Bırakalım Podemos’u, Melenchon’u Allende, Chavez için de sonuç bundan ötesi olmamıştır.
Kaynakça
Külebi, B. (2015, 27 Şubat) “Podemos Hakkında Bilinmeyenler”, https://bianet.org/bianet/biamag/162676-podemos-hakkinda-bilinmeyenler
Laclau, E. ve Mouffe, C. (2015) Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul: İletişim.
Mouffe, C. (2019) Sol Popülizm, İstanbul: İletişim.
Yanatma, S. (2019, 25 Temmuz), “İspanya’da Sol Hükümet Güvenoyu Alamadı: 4 Yılda 4. Seçim İhtimali”, https://tr.euronews.com/2019/07/25/ispanyada-sol-hukumet-guvenoyu-alamadi-4-yilda-4-secim-ihtimali
Marx ve Engels (2014) Komünist Manifesto, İstanbul: Yordam.
[1] Boşuna Mouffe’a “Podemos’un anası” demiyorlar: “Bu söylemin ana nesnelerinden biri “kast” göstereni. Sınıfsal diskurun ezen/ezilen, burjuva/proleter sembollerinin söylemsel cephanesini tükettiğini düşünen Podemos çekirdek kadrosu, Avrupa’nın içinde bulunduğu troyka güdümlü kemer sıkma politikalarına karşı farklı bir çatışmayı kullanıyor. “Kast” ifadesi tam olarak son dönemde borç ve yolsuzluk skandallarıyla çırpınan Avrupa demokrasilerinin politikacı ve bankacılarının aynı insan kaynağı havuzundan gelmelerine işaret ediyor… “Kast”ın karşısına “gente normal”i (normal halk) koyan İglesias…” (Külebi, 2015)
[2] Sonuçta popülizmden bahsettiğinden postmodernist teorisyenlerden farklı olarak emekçi gündemlerine utangaçça daha çok ağırlık vermek gerekir de diyor ama işçi sınıfına biçilen misyon sol popülist partilere oy vermekle sınırlandırılmış basit bir destekçilikten öte değil.
[3] Syriza örneğinde olduğu gibi kitlelerin kredisi sonsuz da değil. Söylem ve vaatlerle gerçeklik uyuşmayınca – ki öyle de oluyor, olacak – sol popülistlere yönelik toplumsal destek hızla da eriyebiliyor.
[4] Radikal demokrasi tezleri için de benzer şekilde Gramsci’den yola çıktıklarını söyler Mouffe ve Laclau: “Mussolini’nin hapishanelerinden yazan Gramsci örneği, yeni bir kavramsal cephanelik üreten bir girişim sayılabilecek tek örnektir. Mevzi savaşı, tarihsel blok, kolektif irade, hegemonya, entelektüel ve ahlaki önderlik – bu kavramlar Hegemonya ve Sosyalist Strateji’deki fikirlerimizin hareket noktası oldular” (Laclau ve Mouffe, 2015: 10).
[5] Mesela Yunanistan’da 1980’lerin sonunda krize girmiş rejimi ayakta tutan Yunanistan Komünist Partisi KKE olmuş, sağcı Yeni Demokrasi ile iktidar ortağı olabilmişti.
[6] Syriza, 14 bölgesel havaalanını, Pire ve Selanik limanlarını özelleştirmesinin, emeklilik maaşlarında yüzde 40 kesinti yapmasının (bunu yüzde 20’lik bir başka kesinti izleyecek), sağlık hizmetlerinin içini boşaltmasının, on binlerce işi ortadan kaldırmasının, grev karşıtı yasalar çıkarmasının, NATO’ya kucak açıp İsrail ile bir askeri ittifak kurmasının ardından, artık işçi sınıfı ile cepheden bir çatışma içindedir.
[7] PSOE lideri Sanchez, aşırı sol diye geçen Unidad Podemos ile anlaşmazlıklarının hükümet programı kaynaklı olmadığını vurgulamıştı: “Anlaşma mümkün olmadı. Sorun hükümet programı değil bakanlıkların dağılımıydı. Unidas Podemos’a teklifimiz sosyal sorunlarla ilgilenen bir Başbakan Yardımcılığı kurulması ve Sağlık, Konut, Sosyal Ekonomi ve Eşitlikler bakanlıklarının verilmesiydi. Sosyal konularla ilgili 4 bakanlık. Bu teklifimiz reddedildi” (Yanatma, 2019).