Zafer Günü – V.U. Arslan

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın teslim olma anlaşması, 1945 yılının 8 Mayıs gecesi imzalanır. Yerel saatin daha ileri olduğu Rusya’da takvim yaprakları 9 Mayıs’a geçmiştir. Yerel saat farkı, Soğuk Savaş rekabetinde farklı Zafer Günleri için bahane olur: “Zafer Günü” Batı’da 8 Mayıs, Doğu’da 9 Mayıs olarak kutlanır.  

Putin İçin Zafer Günü

Günümüzde Zafer Günü birçok ülkede adından şöyle bir söz ettirse de Putin Rusya’sında hararetinden bir şey kaybetmiş değil. Bu ulusal gurur günü, askeri kıtaların, tankların, füzelerin, komandoların geçit törenine sahne olan bu milli bayram, Putin için çok önemli. Bu yıl pandemi yüzünden kutlanamaması da kendisini fazlasıyla üzmüştür, ama yine de Moskova semalarında tam 75 savaş uçağının gösteri yapması es geçilmemiş.    

Dikkatleri Rusya’nın dünya siyasetindeki gücüne ve iddiasına çeken Zafer Günü geçit törenlerinde Sovyetler Birliği bayrağı da açılıyor. İyi ama eski KGB şefi Putin’in 1917 yılından ve Ekim Devrimi’nden hiç haz etmediği biliniyor. Putin 2016’da Lenin hakkında düzenlenen bir etkinlikte Lenin’i “Rusya’nın altına atom bombası koymakla” suçlamıştı. Belli ki Rusya’da Ekim Devrimi ve Lenin’i gözden düşürme operasyonu hızlanmıştı, Putin Lenin ile arasındaki uçurumun altını kalınca çizmek istiyordu. Lenin’in ulusların self determinasyonu (kendi kaderini tayin hakkı) ve dünyaya devrimini tatbik etme çabası, Rusya’yı dinamitlemek demekti. “Bizim küresel bir devrime ihtiyacımız da yoktu. Ama o dönemde bu düşünce de vardı” (https://www.evrensel.net/haber/270711/putine-gore-lenin-rusyanin-altina-atom-bombasi-yerlestirdi). E tabi Lenin enternasyonalist komünist bir devrimciydi, Ekim Devrimi de Putin gibi şovenist canavarlara karşı yapılmıştı. Bir yıl sonra Ekim Devrimi’nin 100.yılında devlet televizyonundan “Troçki” adlı Rusya tarihinin en pahalı dizisini çekiliyor, Troçki üzerinden Ekim Devrimi karalanıyor, başta Troçki olmak üzere Bolşeviklere en ucuz iftiralar atılıyordu. Putin fırsat buldukça Lenin’e yüklenmeye devam ediyor. Aralık 2019’da Putin tekrar Lenin’i hedef aldı: “Lenin’in uydurduğu devlet yapısı Rus devlet geleneğinin altını oydu. Elimizdekine yaslanmak zorundayız, yani Rus halkına” (http://www.diken.com.tr/putin-yine-lenine-yuklendi-rus-devletinin-altini-oydu/).

Ama belli ki Putin için SSCB tarihi Lenin sonrasında değişiyor. Günümüz Rusyası’nda Stalin dönemi süper güç olmanın sağlandığı, parlak ve kahramanca günler şeklinde yad ediliyor. İşte Zafer Günü kutlamalarındaki Sovyet bayrağı çelişkisi, iki farklı SSCB olmasından kaynaklanıyor. Ekim Devrimi, Rusya düşmanlarının ve bu arada Yahudilerin (Troçki) işiydi, Lenin Rusya’nın altını dinamitlemişti. Güçlü lider Stalin ise her şeyi yeniden yerli yerine oturttu!

Zafer Gerçekte Kimin Oldu?

Peki gerçekte muzaffer olan kimdi? Rahatlıkla söylenebilir ki 2.Dünya Savaşı’nın kazananı emperyalist kapitalizmdi. 20.yy büyük ekonomik kriz ve emperyalist savaş dehşeti ile gelmiş, bu vahşetten sosyalist devrim çıkmıştı. Avrupa’da 1917 Ekim Devrimi’ni izleyen devrimler (mesela Alman Devrimi) başarılı olmuş olsaydı emperyalist kapitalist sistemin dünyadan toptan temizlenmesi gündeme gelecekti. Bu dalga başarısız olsa da yönetici sınıflar devrim karabasanından bir türlü kurtulamıyordu. 1929 Büyük Buhranı tekrar ve tekrar devrimin kapıları çalmasını beraberinde getiriyordu. Kapitalistler sonunda Nazilere Almanya’nın anahtarını teslim ettiler. 

Diğer taraftan sınıf bilinci olan herkes Nazilerin iktidara gelmesinde Stalinizmin payını bilmelidir. Yüz binlerce üyesi olan Alman Komünist Partisi KPDnin ve devasa Alman işçi hareketinin nasıl olup da Nazi aylak tabakasına bir direnç göstermeden teslim olduğu bir sır değildir. Moskova’daki yüce liderden gelen talimatlar, KPD’nin Naziler yerine Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’ye karşı mücadele etmesini emrediyordu. Naziler iktidara geldiğinde nasıl olsa hiçbir şey başaramayacak ve sonraki seçimde sıra KPD’ye gelecekti*! Bu saçmalık Alman işçi hareketini felç etti, Nazilerin önü açıldı ve işçi hareketi kurbanlık koyun gibi Nazilere direnmeden teslim oldu. Almanya’da yapılan son serbest seçimlerde Berlin’de KPD’nin oy oranının %38 olduğunu, buna karşın 1928’deki seçimlerde Nazilerin başkent Berlin’deki oy oranının sadece %1.6 olduğunu bilirsek fiyaskonun çapı daha iyi anlaşılır. KPD’ye göre Naziler “açlık sistemine karşı olan dürüst savaşçılar”*dı (https://www.spiegel.de/international/germany/how-the-nazis-succeeded-in-taking-power-in-red-berlin-a-866793.html).

Bu konuyu çok uzatmayalım. Emperyalist sistem, yeni bir 1917 yaşamamak için Stalinistlerin de yardımıyla Nazileri bile iktidara getirmek zorunda kaldı. Neticede 2. Dünya Savaşı bitiminde kapitalist sistem, koca koca badireleri atlatmış ve nihayet düzlüğe çıkmıştı. Şimdi büyük bir ekonomik büyüme süreci ve Amerikan rüyası başlıyordu. SSCB’nin bundan 45 yıl sonra tarihe karıştığını düşünecek olursak kapitalizm açısından 1945 dönemecinin ne kadar büyük bir başarı olduğu daha iyi anlaşılır. 

1945 Devrimleri Nasıl Boğuldu?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist kapitalist sistem düzlüğe çıktı dedik, ama bunun için bir kez daha devrim tehlikesinin bertaraf edilmesi gerekiyordu. 1945 dönemecini tam anlamak istiyorsak sistemin krizinin son halkasını açıklamamız gerekir: 

Savaşın sonuna gelindiğinde Troçki’nin umutla beklediği, burjuvaların da ölesiye korktukları gibi Avrupa’da birçok ülkede devrimler yaşanıyordu. Avrupa’da Nazilere karşı direnişi örgütleyen partizanlar, örgütlü silahlı bir kuvvet olarak siyasal iktidarın doğal adayı durumundaydılar. Faşist işgalciler karşısında burjuvalar ya pasif ve yetersiz kalmış ya da çoğu durumda açık işbirlikçiler olmuşlardı. Bu yüzden ülkeden ülkeye değişmekle beraber burjuvalar savaş sonrası halkın gözünden tamamen düşmüş, zayıf ve iktidarsız durumdaydı. Buna karşın partizanlar halkın olağanüstü sevgisi ve saygınlığına sahipti. İtalya’da Mussolini’yi bacağından asan partizanlardı, Yunanistan ve Yugoslavya’dan Nazi ordularını defedenler de partizanlardı. Fransa’da yine partizanların çok büyük bir nüfuzu vardı, işçi sınıfı hareketi çok güçlüydü ve savaş bitiminde ülkede devrimci durum hüküm sürüyordu.    

İşte bu belanın altından kalkmak için de Stalin imdada yetişti. Devrimler boğulmalıydı. Stalin de en az Churchill ve Roosevelt kadar devrimleri istemiyordu. İşin sırrı partizan direnişlerinin İspanya İç Savaşı’ndan farklı olarak çok büyük ölçülerde komünist partilerin disiplini altında olmasıydı. KP’ler ise %100 Moskova’nın disiplini altındaydı. Neticede KP’ler partizanların herhangi bir iktidar perspektifi geliştirmemesi, silah bırakması, ellerindeki iktidarı burjuvalara teslim etmesi ve hayatın burjuva olağanlaşmasına yardım etmesi için yoğun mesai harcadılar. Bu ihaneti reddeden ve iktidarı alan tek partizan lideri Tito oldu. Stalin İngilizlerin adamı olan ve faşist işbirlikçi Çetnik çeteleriyle sıkı fıkı ilişkilere sahip son Yugoslav Kralı Petar ile anlaşma yapmıştı. Tabandan gelen baskı ve destekle Tito Moskova’ya çektiği telgrafla köprüleri attı. Bu saatten sonra Tito, Stalinci küfür edebiyatında Troçki’den sonra en fazla şeytanlaştırılan kişi olacaktı. Mao da iktidara yürürken ÇKP içerisindeki Stalin’e yakın olan unsurları temizleyip önünü açacak, ama buna rağmen Soğuk Savaşı sırasında koca Çin’i ABD’ye kaptırmak istemeyen SSCB’nin desteğini almayı bilecekti. Ama çok da uzun bir süre geçmemişti ki iktidardaki ÇKP baş düşman olarak SSCB’yi ilan etti. Bu ayrışmalarda ilkelerden çok milliyetçi devlet çıkarları belirleyiciydi. Nitekim 1960’lar boyu SSCB’ye soldan saldıran Mao, 1970’lerde ABD ile SSCB karşıtı bir ittifak kuruverdi.   

Yalta ve Stalin’in Sadakati

2. Dünya Savaşı’nın kazananları; Stalin, Churchill ve Roosevelt; savaş sonrası dünyanın sınırları için bir çok kez bir araya geldiler. Kasım 1943 ile Ağustos 1945 arasında Tahran, Moskova, Yalta ve Potsdam Konferansları’nda yeni dünyanın sınırları çizilmiş oldu. Sınırlar konusunda Stalin Doğu Avrupa ile yetindi. Zaten SSCB ordusu Romanya ve Bulgaristan’dan tutun Berlin’e kadar ilerlemişti. ABD ve İngiltere’nin Doğu Avrupa için yapabileceği zaten bir şey kalmamıştı. Ama Doğu Avrupa karşılığında aslında çok şey aldılar. Yunanistan, İtalya ve Fransa’da hayat pekala bambaşka şekillenebilirdi. 1917’nin devrim hayaleti geri gelebilirdi. Emperyalist kapitalistleri asıl korkutan da buydu. Ama Stalin partizanların avucunun içindeki Yunanistan’ı bile Nazi işbirlikçisi burjuvalara ve faşistlere bıraktırdı. Yunanistan’da Nazileri alt eden partizanların uğradığı ihanet ve yaşadıkları acı korkunç boyutlardaydı. Faşist işgal süresince toplam nüfusun %8’ine denk gelen tam 550 bin kişi hayatını kaybetmiş, 1.2 milyon kişi evsiz kalmıştı. Nazilere karşı silahlı mücadele veren 55 bin partizandan (andarte) 19 bini hayatını kaybedecekti. 

Savaş sonrası İtalya’da ve Fransa’da da komünist partiler oldukça ılımlıydılar; polislerin işçileri engellenmesine gerek yoktu, KP’ler bunu bizzat sahada sağlıyorlardı. İtalya’da Komünist Parti lideri Palmiro Togliatti Ulusal Birlik hükümeti’nde Adalet Bakanlığı koltuğuna oturuyordu. Togliatti ülkeye dair müzakerelerde Vatikanla bile istişare halindeydi. Fransa Komünist Partisi (FKP) de De Gaulle hükümetinde iki bakanlığa sahip olmuştu FKP lideri Maurice Thorez, dönüşünde basın karşısında tek devlet, tek ordu, tek polis” sloganını atıyordu. Parti süre giden grevleri durdurmak için açıklama yapmakla yetinmiyor, bizzat sahaya inerek fabrikalara müdahale ediyordu. Buna karşın grevlerin sürmesini savunan Troçkistler dayak yemekle kalmıyor, önde gelen üyeleri öldürülüyordu. Çatlak seslere Stalincilerin tahammülü yoktu. 1945’teki seçimlerde FKP %26 ile birinci parti çıkıyor, Sosyalist Parti ile beraber toplam oyları %50’yi buluyordu. De Gaulle derhal yeni kabinede FKP’ye sanayi, ekonomi, çalışma ve dahası savunma bakanlığını veriverdi. FKP de bunun karşılığı olarak Vietnamdaki sömürge savaşında kendi emperyalist devletinin pis işlerinin hepsinin altına imza attı. Sorsanız en Leninist olan bu bürokrat takımı, Kautsky’lere bile rahmet okuttu. 

Açık ki burjuvazi işçi sınıfını bu şekilde durdurmayı başaramazdı. Yıkılan burjuva düzen Stalinci KP’lerin aktif desteğiyle bu şekilde ayağa kaldırıldı. Stalin’in Churchill ve Roosevelt’e verdiği söz de buydu.

Churchill anılarında Stalin’in paylaşım anlaşmalarında verdiği sözleri harfiyen tuttuğunu şaşırarak anlatır. Churchill’in anlamadığı SSCB’deki Stalinci bürokrasinin sınıfsal pozisyonudur. Stalinci bürokrasi, Lenin’in ölümünden sonra nerede bir devrim varsa onu durdurmak için harekete geçmiştir. Zaten tamamen işlevsizleşen Komünist Enternasyonal de ABD ve İngiltere’ye yaranmak için Kongre dahi yapmadan alelacele kapatılmıştır. Devrimler, halk ayaklanmaları ve burdan doğan fikirler ve özgürlükçü atmosfer Stalinci bürokrasiyi korkutacak şeylerdir. Düşünün bu yeni devrimlerin “Leninleri” diğerleri gibi Moskova’nın sadık memuru olabilir mi? Tersine gerek devrim gerekse de liderleri ilk fırsatta sorgulayacak, eleştirecek ve SSCB’deki eşitsizliklere ve baskılara fener tutacaktır. Bu yüzden SSCB İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam da Putin kafasıyla yeni statükonun güçlü aktörü olmayı kendisi için yeterli görmüş, Batı kapitalizminin ayağa kalkması için ona yardımcı olmuştur. Devrimler ise İspanya ve daha birçok ülkede olduğu gibi arkadan hançerlenmiştir.    

Kapitalizmin Düzlüğe Çıkışı

Savaş sonrası devrimlerin önü kesilip sistem istikrara kavuşturulduktan sonra dünya pazarı ABD’nin üstünlüğü kuralına göre yeniden paylaşıldı. ABD emperyalizmi yeni pazarlara dünya çapında eşi görülmemiş büyüklükteki finansal ve politik araçlarla girdi. 

Savaş sonrası ABD ekonomisindeki patlamalı ekonomik büyüme, Bretton Woods sistemi, Marshall Planı, emekçi sınıfları yatıştırmak anlamına da gelen kamu harcamalarının artırılması, üretici güçlerin dünya çapındaki gelişimi gibi olgular kapitalizmin en gönençli dönemlerinden birine girmesinin ekonomik çehresini oluşturdu. 

Bütün bunlar Batı’da kapitalizmin (liberal parlamenter sistemin) temel meşruluk zeminini sağlayan refah devletinin oluşumunu beraberinde getirecekti. Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu zamana kadar en çok zorlandığı dönemi, kendisi için yeni gönençler elde ederek geride bırakmış oldu. Bu süreç 1960’lı yılların mücadele dönemine kadar sürecekti. 

* Bu ifadeler 15 Eylül 1931’de yani Hitler’in büyük yükselişini gösteren seçimlerden bir gün sonra  KPD’nin yayın organı Rote Fahne’de yer alır. Benzer düşünceler Alman Parlamentosu’nda KPD’li vekiller tarafından da dile getirilir ve tüm Almanya’ya bu perspektif sunulur.