Troçki gibi bir devi kısa bir yazıda anlatmaya çalışmak gerçekten zor bir iş. Ne var ki radikalleşmekte olan yeni bir gençlik kuşağına devrimci bir kutup yıldızı olarak Troçki’yi anlatmanın önemi ortadadır…
Troçki’nin bir devrimci önder olarak yaptıkları ve sahip olduğu nitelikler, gerçekten göz kamaştırıcı: Ekim Devrimi’nin Lenin ile beraber iki önderinden birisi, Kızıl Ordu’nun efsanevi savaşçı komutanı, 1905 ve 1917’nin Sovyet Başkanı işçi önderi, Dışişleri Halk Komiseri ve Leninli Komünist Enternasyonal’in en önemli metinlerinin yazarı, aynı zamanda hayranlık uyandıran bir hatip ve büyük bir teorisyen, gücü dost düşman herkes tarafından kabul edilen büyük bir entelektüel ve örgütçü… Eşi benzeri görülmemiş zorluklarla, kavgayla geçen, işçi sınıfı ve komünizm davası için adanmış bir ömür…
Troçki’nin tarihselliği bunlarla sınırlı olsaydı, kuşkusuz büyük bir komünist önder olarak gelecek kuşaklarca anılmaya devam edecekti. Ama Troçki, tıpkı Lenin gibi, tarihteki bir önder olmanın çok ötesinde, güncelliğini ve belirleyiciliğini olduğu gibi muhafaza etmektedir.
Lenin’in güncelliği, herşeyden çok, Leninist parti teorisidir; yani, işçi sınıfının iktidarı alması için devrimcilerden oluşan bir öncü partinin varlığının zorunlu olmasıdır. Troçki’nin güncelliği ise etkisi, halen özellikle Türkiye’de oldukça fazla olan Stalinci tahrifata karşı devrimci Marksizmin savunulması ve emperyalist kapitalist sistemden tek çıkış yolunu ifade eden sürekli devrim teorisinden kaynaklanır. Bunları açıklamaya çalışalım.
Sovyetler’in Kaderi Hepimizin Kaderi Oldu
İşçi sınıfının kitlesel genel grev hareketinin doğal sonucu olarak ortaya çıkan (ilk defa 1905’te), aşağıdan yukarıya seçilen işçi temsilcilerinin meclisi ve iktidar organı olan Sovyetler, Bolşevik Parti’nin öncülüğünde 1917 Ekimi’nde iktidarı aldığında her şey devrimin yayılmasına bağlıydı. Emperyalist kapitalist bir okyanusta sosyalist bir ada olarak kalamayacaklarını, iki ölümcül düşmanın (burjuva diktatörülük-proletarya diktatörlüğü) birarada yaşayamayacağını en iyi bilenler de kuşkusuz Lenin önderliğindeki Bolşevikler’di. Umutlar boşa çıkıp Avrupa’da devrimler yenildiğinde Bolşevikler karşı devrime dişleri ve tırnaklarıyla direndi. Troçki, Kızılordu’yu kurup destansı bir savaş örgütleyerek 17 ülke tarafından desteklenen Beyaz Ordu’yu yense de savaşta alınan darbeler ölümcüldü. Daha 1.Dünya Savaşı’nın yaralarını saramamış olan Rusya’da iç savaş süresince tam 7 milyon kişi ölmüş, Sovyet ekonomisi çökmüş, şehirler boşalmıştı. Resmi tarihte Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan Türk – Yunan savaşında en geniş sayıları kabul ettiğimizde 100 bin civarında kayıp olduğunu hatırlar ve bunu Kızıl Ordu- Beyaz Ordu iç savaşıyla karşılaştırırsak yıkımın büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Netice itibariyle savaş kazanılmaya kazanılmıştı, ama işçi iktidarı da ölümcül yaralar almıştı. İşçi iktidarı dış saldırılarla ya da burjuvazi ve feodal kalıntıların karşı devrimiyle değil, ama yozlaşarak içeriden çökecekti. Yozlaşmanın maddi temeli, işçi sınıfının uzun savaş yıllarında moralmen ve fiziksel olarak çökmesi ve adeta atomize olmasında yatıyordu. Yeni rejimin sınıf temeli çözüldüğünden devrimci prensipler uygulanamaz hale gelmişti. Yozlaşma, her şekilde sürerken başı çeken eğilim bürokratikleşme olacaktı. Eşitlikçi ilkeler terk edildi, her yerde sözü geçen bürokratlardı. Bürokratik elitin başında ise Stalin vardı. Ne bir teorisyen, ne bir hatip, ne de bir taktisyen olan Stalin’i tarihsel bir kişilik haline getiren devrim değil, devrimin zayıflaması ve bürokratikleşmeydi. Lenin, ölmeden önceki son kavgasını bürokratikleşmeye ve Stalin’e karşı verdi. Bu konuda Lenin’in son yazışmalarını derleyen Öteki Yayınevi’nin“Lenin’in Son Kavgası” adlı kitabı ayrıntılı bir belgeler toplamıdır. Okur bu belgelerde Lenin’in Stalin’i tasfiye etmek için kolları sıvadığını görecektir. Lenin’in vasiyeti olarak bilinen mektuplarından birinde (bu vasiyet kamuoyundan ve partiden gizli tutulmuştur) Stalin’in görevden alınması gerektiği yazılıdır. Ne var ki Lenin bu son kavgasını nihayete erdiremedi, her seferinde bu son büyük görevi halletmek için ayağa kalkmayı başarsa da en sonuncu krizi atlatamayarak hayata veda etti. Lenin’in son kavgasını devam ettirmek görevi, artık Troçki’nin omuzlarındaydı.
Lenin’in ölümü bir dönüm noktası oldu, zira Stalin önderliğindeki bürokratik kast, bu andan itibaren devrimci Marksizme karşı büyük bir saldırıya girişti. Bu saldırılarda doğrudan doğruya Marks’ın ya da Lenin’in hedeflenmesi mümkün değildi tabi. Bu yüzden de Marksizm-Leninizme yönelik saldırılar Troçki şahsında yürütülüyordu. Örneğin, Marksizmin en açık ilkelerinden olan sosyalist dünya devrimi hedefi, artık “Troçkizm sapması”nın işaretlerinden biri sayılıyor ve her yerde kovuşturmaya uğruyordu. Stalin ve hizbi, işe eşitlikçiliği mahkum ederek başladılar. Böylelikle kendi bürokratik ayrıcalıklarına söz edilemeyecekti. Derken tek ülkede sosyalizm sözde teorisi ortaya atıldı ve devrimi yayma hedefi terk edilerek emperyalizmle birarada yaşanabileceği varsayıldı. Bunun doğal sonucu anti-Marksist yurtsever zırvanın komünistliğin birinci işareti sayılmasıydı. Bu, giderek Rus milliyetçiliğine dönüşecek veRusya yeniden halklar hapishanesine çevrilecekti. Troçki’ye karşı yürütülen karalama kampanyalarında Yahudi karşıtlığı bile kullanılmaktaydı. Ezilen halklar daha sonra etnik temizliğe varan baskılarla karşı karşıya kalacaklardı. Diğer taraftan bürokratik otoriterlik bir kural olarak komünistliğin bir ifadesi olarak şekillendirildi. Marksizm-Leninizm bu şekilde kendi karşıtına çevriliyordu. Stalin birinci beş yıllık kalkınma planı hazırladığında amacı güçlü Rusya yaratmaktı. Böylelikle sosyalizm planlı ekonomik kalkınmaya indirgeniyordu. Stalinizmin milliyetçi bir kalkınma ideolojisi olduğunun bir kanıtı, Stalinist Rusya ise diğeri günümüzde de hala ayakta olan Çin’deki ÇKP iktidarıdır. Bu rejimlerde işçiler-emekçiler ve gençlerin hiçbir hakkı yoktur, aşırı çalıştırılmanın doğal sonucu ise akıl sınırlarını zorlayan polis devleti uygulamalarıdır. Zira, bu koşullara isyan etmesi tabi olan emekçiler ve gençlere göz açtırılırsa sonuçlar yıkıcı olabilirdi. Bunun sonucu olarak dünya halkları komünizmi totaliterlikle eşdeğer görmeye başladı. Burjuvazi bunu bugün bile istismar etmektedir. Yani, komünizm eşittir Stalinizm olarak lanse edilmektedir.
Şimdilerde feminizmi savunan Stalinistler tarihe dair ufak bir bilgileri olsa ya Stalin’den ya da feminizmden vazgeçerlerdi, zira Stalin Rusyası kadın ve eşcinsel hakları konusunda da Ekim Devrimi’nin bütün kazanımlarını yok etmiştir. 10 çocuk doğuranlara analık madalyası verilirken, eşcinsellik suç kapsamındaydı.
Neticede 1928’de Sovyetler “sovyet” yasalarından kaldırıldı, işyerlerindeki mutlak hakimiyet artık müdürlerdeydi. Karşı devrim, böylelikle neticelenecek ve Ekim’in bütün kazanımları ters yüz edilecekti. Bunun ardından devrim kadrolarının imhası başladı.SSCB resmi belgeleri, 1937-38 yılları arasında 1.548.336 kişinin tutuklandığını bunlardan 681.682’sinin idam edildiğini belirtir. Bu ortalama günde 1000 kişinin idamı demektir ki tarihçilere göre SSCB resmi verileri ölü sayısını en az yarı yarıya azaltmaktadır. Kesin sayı belki hiçbir zaman öğrenilemeyecek, ama şurası kesin ki bir milyondan fazla komünistin öldürülmesi tarihteki en büyük politik soykırımdır. Sadece Rusya’daki komünistler değil Stalinizasyona direnen ya da direnme potansiyeli olan dünyadaki komünist partilerin önde gelen kadroları da imha edildiler. Böylelikle dünyadaki komünist partiler, bunların etkili olduğu sendikalar eliyle neredeyse tüm işçi hareketi ve hatta ulusal kurtuluş hareketleri Stalinistler tarafından yönetildi. Ve her defasında milliyetçi Rus dış politikasının bir aracına dönüştüler. Karşı oldukları tek şey ise devrimdi. Çünkü devrimlerin yayılma potansiyelleri onları korkutuyordu, çünkü kendileri de ayrıcalıklı, despot ve kokuşmuşlardı, devrim rüzgarı kendi ülkelerine yayılabilirdi, tıpkı 68 fırtınasının Prag’ı vurması gibi. Bu yüzden de devrimleri her defasında sabote ettiler. KP’ler (komünist partiler) ve kontrol ettikleri sendika bürokratları, dünyanın birçok yerinde devrimleri en belirleyici anlarda satmaktan çekinmediler. Bu konuda 1925-26 Çin, 1936 İspanya, 1943-48 arası Yunanistan, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesindeki İtalya ve Fransa, 1965 Endonezya, 1968 bir kez daha Fransa, 1973 Şili, 1974 Portekiz, 1979 İran… Aradan sıyrılma şansı yakalayan 1959 Küba Devrimi gibi örnekler çıkmıştı, ama Fidel Kastro 2005 yılında Stalin yaşasaydı Küba Devrimi’ne izin vermezdi diyecekti. Toparlayacak olursak Stalinist SSCB dünya statükosunu bozmak gibi bir düşünceye asla izin vermedi, kendisi bu statükonun süper gücü olmaya çalıştı ve KP’leri de bu yönde kendi milliyetçi dış politikasının aracına dönüştürdü.
Troçki Mücadeleyi Omuzluyor!
Stalinist karşı devrimin yarattığı iki büyük yıkımdan bahsedebiliriz. Birincisi fiziksel olanı: Rusya’da işçi iktidarının yıkılması ve dünya çapında da kapitalistlerle işbirliği halinde dünya genelinde devrimlerin engellenmesi. İkinci ise ideolojik olan, yani bütün dünyaya yeni kuşaklara komünizm diye öğretilenler. Yukarıda özetlemeye çalıştık: Eşitlikçiliğe karşı başlatılan savaşla ilerleyen tahrifat, “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisi ile devam etti. Enternasyonalizme karşı yurtseverlik, sosyalizmin milliyetçi kalkınmaya indirgenmesi, güçlü devlet ve otoriter tek parti rejimi, sosyalist devrimin karşısına çıkarılan (demokratik) aşamacılık, ezilen halklara kan kusturulması, kadın haklarının tırpanlanması, emekçilere ve ezilenlere karşı yabancılaşma ile gelen elitizm, bürokratizm, sol içi şiddet kültürü, emperyalist kapitalistlerle ortaklık, Hitler’e bile övgülerin düzülebildiği sınıf işbirlikçiliği, diyalektik materyalizme karşı kaba mekanikçilik ve burjuva pozitivizminin zımnen kabulu…
Troçki’nin Sol Muhalefet ve ardından 4.Enternasyonal ile yürüttüğü amansız kavga, böylece aynı zamanda Marksizm ve Leninizmin savunulması mücadelesidir. Troçki ve yoldaşlarının mücadelesi olmasaydı, devrimci Marksizmin gerçek içeriği sadece bir takım entelektüellerin yürütebileceği akademik çalışmaların konusu olabilirdi. Troçki sayesinde devrimci Marksizmin temiz bayrağı gelecek kuşaklara, bizlere devredilebildi.
1989-91 arasında SSCB ve Doğu Bloku rejimleri birbiri peşisıra çözüldü. Bütün günahlar ve kirli çamaşırlar ortaya saçıldı. Emperyalist kapitalizm, bu iflası Marksizme saldırmak için büyük bir kampanyaya dönüştürdü. Sol açısından Stalinizmin geride bıraktığı miras iki türlüydü. Stalinistlerden az bir kısmı bu berbat mirası körü körüne savunmaya devam ettiler. Daha büyük bir kısım ise burjuva kampanyaya katılarak Stalinizmin günahlarını Marksizme yükleyerek sağa savruldular. Sağa ve açıkça düşman kampa geçenler bir yana geri kalanların bir kısmı sınıf paradigmasının çözüldüğü iddiasıyla Marksist-Leninist geleneği reddederek solda kendisine başka bir kulvar açıp post-modernizmin tesiri altında kimlik merkezli bir çeşit sivil toplumculuğa geçtiler. Bir de Stalinizmle hesaplaşmadan devrim iddiasını sürdürür görünürken ideolojik cephaneyi de burjuvaziden (kimlik siyasetinden, sol liberallikten) alan geniş bir cenahın olduğunu hatırlatmak da fayda var.
Marksizm ve Leninizmden, kızıl renkli bayraktan vazgeçmeyenler sağa savrulmayacaklarsa yani Stalinizmin eleştirisini soldan vereceklerse ve 21. yüzyılın ortaya çıkardığı yeni sorunlara yanıt üreteceklerse karşılarına çıkacak olan tek adres Troçki’dir. Marksist sınıf perspektifini esas alan, burjuvaziyle asla uzlaşmayan, proleter devrim ve bunun yayılmasını ifade eden sosyalist dünya devrimi fikri, bunun öncüsü olan Leninist Parti ve dünya partisi (enternasyonal) hedefi, sözde demokratik aşamalar ve ilerici burjuvaların reddi ve bunun alternatifi olarak sürekli devrim… Bütün bunlar, Marksizmin temelleri ve Troçki’nin mücadelesinin esaslarıdır ve kapitalizm var olduğu müddetçe biricik devrimci yolu ifade edecektir…
21.yy’ı kazanacaksak bu, ancak Marksizm ve Leninizmin temelleriyle özdeşleşen ve sürekli devrim hattını billurlaştıran Troçki’den doğru mümkün olabilir. Emperyalist kapitalizm tüm vahşililiği ile hükmünü sürdürüyor. Yani esas çelişki hiç de değişmedi. Emek ile sermaye arasındaki çelişki sürdüğü sürece proleter devrim hiçbir zaman geride kalmış bir hedef olmayacaktır. Diğer taraftan sözde “komünizm” adına geçen yüzyılda bütün dünyaya damgasını vuran SSCB’nin dünyada hakim olan ideolijisi Stalinizmle hesaplaşmadan bu yüzyılda ilerlemek, mümkün olamaz.
Bugün dünyanın dört bir yanında isyan ateşi yanıyor. İnsanlar, iş, aş istiyor, geleceğe güvenle bakmak, baskının yabancılaşmanın olmadığı bir yaşam, barış ve kardeşleşme istiyor… Bunları kapitalizmin verebilmesi mümkün değil. Bunları elde etmek için savaşan kitlelerin ise mutlaka ve mutlaka kapitalizmin sınırlarını aşması gerekiyor. Herhangi bir şekilde demokratik bir devrim ya da reform programının bunları sağlaması mümkün değil. Nepal’de Maoistler 2006 yılındaki devrimi demokratik aşama gerekçesiyle durdurmuşlardı. Peki geride ne kaldı? Nepal’de emekçi halkın hiçbir sorun çözülmedi. Sistem olduğu gibi yerinde duruyor. Kapitalizm yıkılmadan, işçiler iktidara gelmeden bir sonuç yaratılabileceğini savunan Maoistler emperyalizmle anlaştılar ve kısa zamanda tarih olmanın yolunu tuttular.