1929 krizini yaşamış birisi olarak Schumpeter, kapitalizmin sürekli yenilenme güdüsünü Marx’tan esinlendiği “yaratıcı yıkım” kavramıyla tanımlamıştı. Schumpeter açısından krizler, yaratıcı yıkımın zirve yaptığı ilerleme ve büyüme dönemleri gibiydi. Çünkü ona göre düşük performanslı şirketlerin dinamik olanlar tarafından yutulması yoluyla sistem, krizlerde kendini yeniliyordu. Sermayenin kar ve birikim uğruna insan yaşamı ve doğa üzerinde yarattığı bu yıkım, kapitalizmin dinamizminin ölçütü olarak kabul edilmişti.
1929 buhranı küresel ölçekte tam da böyle bir yıkım süreciydi. Çok sayıda banka iflas etmiş, fabrikalar kapanmış; kitlesel işsizlik ve açlık krizin merkez ülkesi ABD’yi sarmıştı. Daha az karlı firmaların yerini daha modern ve güçlü olanları almış; bütün dünyaya yayılan bu kriz küresel düzeyde daha büyük bir yıkımı 2. Dünya Savaşı ile yaşamıştı. Bütün Avrupa kıtasının ve Japonya’nın yıkıma uğratılması ve yeniden inşası 1950’ler boom’unun da zemini olmuştu.
Ancak 1929’da yıkımın politik sonuçları – devrimler, Nazizm, savaşlar gibi- burjuvazi açısından da korkutucu olduğundan Schumpeter’in yaratıcı yıkımı geride kaldı. 1930’lar küresel düzeyde bir ayaklanmalar dönemi oldu. Sonuçta derin ekonomik buhranların yarattığı halkın öfke ve enerjisinin tekrar böyle bir devrimci dönemi açabileceği kaygısıyla dünya egemenleri şirketleri kurtararak yıkımın çapını azaltmayı tercih ettiler. 2008 krizi tam da bunun örneği oldu. ABD Merkez Bankası FED, bir yandan batık banka borçları, mortgage araçları ve hazine borçlanma kağıtları satın alarak finansal sisteme 2008 ile 2014 dönemi arasında yaklaşık 3,6 trilyon dolar sunarken diğer yandan da faizler 2008 sonundan itibaren 7 yıl boyunca %0,25 düzeyinde tutarak parasal genişleme yarattı. Yıkımı önlemek için bir diğer adım da batma riski olan bankaları ve şirketleri kurtarmak için 700 milyar dolarlık TARP (Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı) ile yaşama geçirildi. Yüzyıllık banka ve sigorta şirketlerinin yanında ABD’nin 3 büyük otomotiv kurumu olan General Motors, Chrysler ve GMAC (Ally) da kamulaştırılarak kurtarıldı.
Bu politikalarla 2008 krizinin yıkıcılığı bir dönem boyunca ertelenmiş olabilirdi ama krizlerle isyanlar arasında birlikteliği yıkmaya güçleri yetmedi. Krizin biriken bakiyesi dünya emekçi halkları açısından çekilmez olduğunda dünyanın dört bir köşesinde mücadelelere, ayaklanmalara tanıklık ettik. Zirve 2019 yılında oldu desek abartmış olmayız. 2019 yılı dünyanın birçok ülkesinde büyük toplumsal patlamalara neden olarak adeta mini bir 1968’e sahne oldu.
2020’de devam edecek bu dalgaya pandemi zorunlu bir ara verdi ama daha büyüklerini yaratmaya ant içerek. Bir kere dünyanın yoksul halklarının sırtında 2008 krizinin 12 yıllık bakiyesi vardı. Yetmezmiş gibi Covid pandemisi 2020 yılında dünya ekonomisini ani ve geniş çaplı bir yıkımla karşı karşıya bıraktı. Yine dünya egemenleri kamu kaynaklarını kullanarak yıkımın şiddetini engellemeye çalıştı elbette; IMF raporuna göre Ekim ayına kadar devletler pandeminin ekonomik etkisini azaltmak için hazırlanan paketlerin büyüklüğü 12 trilyon dolara ulaştı. Ancak teker teker ülke ekonomileri kapanır, işsizlik zirve yapıp küresel talep düşerken bu yıkımı durdurmaya güçlerinin yetmesi çok imkan dahilinde değildi. Kaldı ki ulus-devletlerin ekonomik kapasiteleri arasındaki derin farklar bu noktada da kendini gösterdi ve yoksul ülkelerin emekçi halkları pandemi karşısında neredeyse kaderine terk edilmiş oldu.
Egemenlerin piyasanın çıkarları için aşının uygulanmaya başlamasıyla iyimserlik pompalayan hızlı iyileşme beklentilerinin aksine 2021 dünya yoksulları için kolay geçmeyecek. Dünya çapında eşitsizliklerin de zirve yaptığı bir dönem var karşımızda. Pandemi bitip piyasa açıldığında uzun süredir işsiz kalan emekçilerin ne kadarının dönebileceği bir işi olabileceği belirsiz. Kredilerle ayakta tutulan ama destek kesildiğinde batacak olan zombi şirketlerin sayısı pandemi döneminde artmış durumda. Alman Deutsche Bank’a göre şu an ABD’nin borsada işlem gören her 5 şirketinden biri aslında zombi şirket. Merkez Bankası eliyle ölmesine izin verilmeyen bu şirketlerin sayısı son aylarda katlandı.
Batı’da şirketlere gelince kesenin ağzını açanlar aynı cömertliği elbette ki emekçi sınıflara göstermiyor. Pandemi nedeniyle işsiz kalanların sayısının 50 milyonu bulduğu tahmin edilen ABD’de işsizler büyük oranda kendi kaderine terk edilmiş durumda. ABD’de emekçilerin neredeyse yarısı küçük işletmelerde, düşük ücretli hizmet sektöründe istihdam ediliyor ki bu işletmelerin önemli bir kısmı bu krizi atlatamayacağından ülkede uzun vadeli işsiz sayısı ciddi oranda artacak. Economist dergisinin yayınladığı bir akademik araştırmaya göre ABD’de pandemi boyunca işsiz kalanların üçte biri ve daha fazlasının işsizliğinin kalıcı olacağı hesaplanmıştı. Yüksek işsizlik, harcama yapamayan haneler, ödenemeyen borçlar demek elbette.
2008 sonrası karlılık krizi aşmak için gelişmiş dünyada finansallaşma sürekli bir genişleme içinde olmuştu. Merkez Bankaları neredeyse bedavaya şirketlere trilyonlarca dolar, Euro sağlamıştı. Bu parayla finansal sermaye, ekonomik canlılık göstermeye devam eden “yükselen piyasalar”a verdiği borçlar karşılığında faiz alarak bu ülkelerde emekçilerin vahşice sömürüsü üzerinden yaratılan artı-değerden tırtıklama imkanı bulmuştu. 2008 krizi sonrasındaki dönemde küresel ekonomiyi ayakta tutan Çin olmuş ve hammadde talebiyle gelişmekte olan piyasaları canlandırmıştı. Ancak artık Çin de aynı hızda büyümüyor, ekonomisi borç sarmalına girdi, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerin itki vermiyor. Aksine 2000’li yıllar boyunca çok borçlanan ve pandemi döneminde borçları zirve yapan gelişmekte olan ülkelerin bir kısmının 2015’te Yunanistan, 2019’da Lübnan örneğinde olduğu gibi batması ihtimali var.
Emperyalizmin merkez ülkeleri bu sefer çok daha büyük meblağlarla bir parasal genişleme politikası yaşama geçirmeyi hedeflese de işler eskisinden daha kötü durumda. Mesela küresel rezerv para olma özelliğine dayanarak sınırsız para basabileceğini düşünen ABD için tehlike çanları çalıyor. ABD’de enflasyon artışının kapıda olduğu; %3’leri bulabilecek bir enflasyon beklentisinin varlığı konuşuluyor. Enflasyon iyiden iyiye yükseldiğinde bedavaya kredi verip para basmaya devam edemezler. Ellerindeki “en güçlü(!)” krizle mücadele aracı da böylece boşa çıkmış olur. En kırılgan ekonomiler olarak geçen Türkiye, Brezilya gibi ülkelerin ise böyle bir opsiyonu yok bile; bu ekonomilerde para basmak yerel paranın hızla değer kaybetmesi, enflasyon ve faiz artışı özetle krizin fişeklenmesi demekten başka bir anlam taşımıyor.
Kısacası pandemi sonrasında bütün dünyada seri sosyal patlamalar beklemek hiç de abartılı olmaz. Sınıflar arası makasın açılması, artan yoksulluk ve işsizlik madalyonun bir yüzü. Diğer tarafta ise dünyanın birçok ülkesinde burjuva hükümetlerin borç bataklığında çökecek olması var. Birleşmiş Milletler, dünyanın son 50 yılın en kötü gıda kriziyle karşı karşıya olduğu konusunda uyarmıştı. Artan gıda fiyatlarının yoksul ülkelerde toplumsal patlamaları şiddetlendirmesini bekleyebiliriz. 2008 ve 2011’de gıda fiyatlarındaki şiddetli yükselişlerin yoksul ülkelerdeki sosyal patlamaları nasıl şiddetlendirdiğini hepimiz hazırlıyoruz. Bütün bunların bir bileşkesi olarak pandemi sonrası dünyada sınıf mücadelesinin keskinleşeceğini tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok.
2021’de şayet aşı etkili olur ve pandemi gündemden düşerse toplumsal mücadeleler de yeniden alevlenecek; 2021 ve devamı isyan yılları olarak tarihe geçecektir. Peki bu isyan dalgası zaferle taçlanacak mı; bu da sonraki yazının konusu olsun.