Bir süredir sosyalist solun neredeyse tamamını hakimiyeti altına alan postmodernist kimlik siyasetiyle uğraşıyoruz. Haliyle polemikler de eksik olmuyor. Meseleyi polemikler düzeyinde bırakmak olmaz. Tartışmanın içeriğini herkes için anlaşılır hale getirmek için postmodernizmden ne anlıyoruz; modernizm ve aydınlanma konusuna nasıl bakmalı; aklı ve bilimi hedef tahtasına mı oturtmalı; postmodernizmin sola etkisi nedir gibi sorulara cevaplar arayan bir yazı dizisi yapmak farz oldu.
Türkiye’de radikal sol, 12 Eylül darbesiyle büyük bir fiziksel yenilgi yaşadı. Mesele fiziksel yenilgiyle sınırlı kalsaydı toparlanmak çok da zor olmayabilirdi. Sonuçta derin sınıfsal, etnik, mezhepsel çelişkilerin var olduğu bir coğrafya, sınıfsal tepkilerin örgütleyicisi sosyalistlerin büyümesi için ideal topraklardır. Ancak sosyalistler bir de 1980’lerin sonunda Doğu Bloku’nun yıkıntıları altında kalınca durum bambaşka şekilde ilerledi. 1990’ların canlılığı bu on yılın harala gürele içerisinde geçmesine yol açmıştı ama postmodern eğilimler de uç vermeye başlamıştı. 2000’lere girdiğimizde alınan yenilgiler sonrası 1990’ların canlılığı sonlanmıştı bile ve sosyalist soldaki sağa kayış bu ortamda hızlandı. Muhalefet geleneği devam etse de başka sulara yelken açıldı. Geçmişle ideolojik bir hesaplaşma yapmaktan imtina edildi. Sovyet deneyimi, yapılan hatalar ve kaybedilen devrimler konusu hiç ciddiye alınmadı. Sınıf mücadelesi sahasında alınan yenilgileri ideolojik yenilgiler takip etti. Sonuçta sosyalist sol postmodernist kimlik siyasetine angaje oldu. Radikal solun zayıflamasına binaen kimlik siyasetine dayanan Kürt ulusal hareketinin periferisinde toplanılması da bu sapmada belirleyici etki yarattı. Nasıl 1900’lerin başında sosyal demokrasinin taze temsilcileri için sosyalizm ideali hemen rafa kaldırılmayıp gelecek nurlu ufuklara havale edildiyse bugün de çok sayıda örgüt açısından sosyalist ya da “Marksist” “Leninist” etiketi kullanılmaya devam edilirken aslında pratikte bambaşka bir siyasal hat ve mücadele hedefleri hakim olmuştu bile. Mesela Türkiye sosyalist hareketinin kökenlerini şekillendiren 1968-78 geleneğinin yerinde yeller esiyor. Devrimcilik denince halkı örgütleyip değiştirmeyi değil marjinal varlığına halkı alıştırmayı anlayan “sosyalist” örgütler aldı. 8 Mart’ın “emekçi kadın” vurgusundan büyük rahatsızlık duyan “sosyalist” kadın örgütlerinin ağırlık kazandığını söylesek durumu yeterince özetlemiş oluruz.
Neden Postmodernizmle Olmaz?
Postmodernizmin tanımı ne derseniz; tarihin akışının nesnel yasalarını keşfetme yönlü bütün bilimsel çabanın evrensel, genelleyici, indirgemeci ve “büyük anlatı” diye tu kaka ilan edilmesi aklınıza gelsin. Mesela Marksizm, tarihi sınıflar arasındaki mücadelenin şekillendirdiğini söylediğinde postmodernistlerin tüylerini diken diken eden bir büyük anlatı örneği sergilemiş olur. Çünkü postmodernizm; nesnel bir gerçeklik olmadığı, aslında bütün gerçekliğin bir kurmaca olduğunu savunur: “Eğer iyi bakılacak olursa, hayatımızın tümü bir masaldan, bilgimiz bir aptallıktan, emin olduğumuz şeyler hikayelerden başka bir şey değillerdir; kısacası bu dünyanın tümü bir oyundan ve sürekli bir komediden başka bir şey değildir.” (Foucault) Her ne kadar Foucault cinsellik ve delilik üzerinden iktidarın şekillenişinin tarihini “büyük anlatı” biçiminde bize anlatsa da postmodernizmin teorisyenleri olmayan biz fanilere dünyanın işleyişini kavramak için bir perspektif geliştirmek, bu perspektifin var olanı ve olacakları açıklama gücü olduğunu iddia etme hakkı verilmez!
Postmodernizmin teorisyenleri nesnel gerçeklik yok derken aslında onu kavrayabilecek özneler yok demek de isterler. Postmodernistlere göre insan, gerçek manada özne olma pozisyonunu kaybetmiştir. Foucault için uysal beden, Baudrillard ya da Frankfurt Okulu için pasif tüketici, Deleuze için arzusu sömürgeleştirilmiş vb. oluvermiştir. İdeoloji, söylem ve/veya iktidar tarafından yeniden kurulan özne (insan) aslında yaratıcısının sesinden fazlası değildir. Bırakalım tarihi değiştirmeyi, onu kavrayacak genel bir perspektif bile geliştiremez. Söylemin, ideolojinin, iktidarın sahibi/yaratıcısı kimdir; o da belli değildir. Postmodernizme göre karşımızda Aydınlanma, modernleşme, akıl, bilim, tıp gibi mücadele edip kurtulması imkansız düşmanlar vardır. Aksine hepimizi bir tür esir eden söylem, iktidar vs. her yere dağılmıştır. Mesela Foucault için sorun kapitalizm, onun hükümetleri değil kişiler arası ilişkileri de şekillendiren mikro iktidar ilişkileridir. Böyle bir dünya algısında insan insanın kurduna dönüşürken insanlığa yönelik derin bir karamsarlık ve kötümserlik hakim olur.
Kısacası postmodernizm sosyalist hareketin temel iddiasına ve idealine düşmandır: insanın kendi tarihini yaptığı ve yapabileceği fikrine. Aksine kurmaca özneler çağında topyekun bir dönüşüm beklentisi, devrim fikri yeni bir totaliterlikten fazlasına yol açmayacaktır: “Bütünün tümünü birden değiştirmeye kalkamazsınız, eğer tümünü birden değiştirmeye kalkarsanız yeni bir despotizm yaratırsınız. Marksizmin yanlışı da toplumu global bir şekilde değiştirmeye kalkmasında yatmaktadır.” (Foucault)
Marksizmle Hesaplaşma
Bütün bir sosyal bilimler yazını Marksizmle rekabet, hesaplaşma derdi içindedir. Bir çağın kapandığını ilan eden postmodernist teori de aynı dertten muzdariptir. Tarihi sömürenler ve sömürülenler diye iki ana sınıf ve onların nesnel çıkarları arasındaki karşıtlık üzerinden açıklamaya girişmek özcülük, indirgemecilik, determinizm yaftası için yeter de artar bile. Böylece Marksizm bugünün dünyasının karmaşıklığını açıklayamayan kuru bir ideoloji olarak sunularak gözden düşürülmeye çalışılır. İşçi sınıfı zaten artık bir özne değildir; tüketim toplumuna gömülmüş bir tür ayrıcalıklı kesim ilan edilivermiştir.
İşçi sınıfı sistemle bütünleşmiş, tarihin değiştirici gücü olmaktan çıkmış bir unsur ilan edilip devrim bir hayale dönüşünce geriye süslü bir radikal eleştiriden ötesi kalmaz. İktidarın nasıl dışına çıktığı bilinmez entelektüeller eliyle üretilen radikal eleştirinin hedefinde kapitalist düzen değil söylem, performans, deneyim vardır artık. Protogoras’ın ünlü “Her şeyin ölçüsü insandır.” söylemindeki perspektifle herkesin kendi deneyimi ve bu deneyimden şekillenen kendi gerçekliği değer ve anlam kazanır. Aslolan onu dönüştürmek olur. Mesele kapitalist düzenle bir mücadeleden kişiler arası ilişkiler alanını hedef tahtasına koymaya doğru kayar. “Metnin dışında bir gerçeklik yok” diyen Derrida’nın izinden giderek söylem, bedenin iktidarca içerden dizaynını dert edinen Foucault’u takip edip beden politikaları ya da Deleuze’ün arzunun özgürleşmesi çağrısıyla cinsellik temel dert olmaya başlar.
Kimlik Siyaseti
İnsana dair bunca karamsarlığın içinde hala genel bir muhalefetin peşinde olana da rota olarak yeni toplumsal hareketler adı altında kimlik siyaseti sunulur. Artık temel mesele sınıflar arası çelişkiler değil toplumsal farklılıktır. Sonuçta kişinin kendi deneyimi dışında bir gerçeklik yoksa, onu da sadece kendi yaşıyorsa elbette ki birleştirici ortak çıkarlardan değil farklılıklardan bahsetmeye başlanır. Her bir kimliğin deneyimi farklı ve çoğu zamanda birbirine karşı olduğundan aradaki bağı kurmak da kendilerini post-Marksist ilan eden Laclau ve Mouffe’a düşer. Artık hedef liberal demokrasinin ilerletilmesi demek olan “radikal demokrasi” olur. Özne konumlarını istikrarsız, kimlikleri akışkan görürken ortak bir çıkardan bahsetmek imkansız olduğundan kimlikler arasında bir ayrım gözetmeyen eşdeğerlik zinciri üzerinden bir ortak mücadele kurgusu gelişir. Ama nasıl hayatın olağan akışında birbiriyle kavgalı ezilen kimlikler birlikte mücadele edecek sorusunun aslında bir cevabı yoktur. Artık mesele ahlaka, vicdana; demokrasi ilerletme iyi niyetine bağlanmış olur. Hem de öznenin tamamen kurmaca olduğu; kendi değer ve ilkelerini yaratamadığı iddia edilen bir çağda!!! Kısacası ezilen kimlikleri bile biraraya getirecek bir zemin bulunamamış olur. Ortaya kimlik siyasetinin çekiciliğine kapılmaya açık orta sınıfların cılız, sadece kendini ifade etmeyi dert edinen etkisiz muhalefeti kalır.