Emperyalizm Nedir? Çin ve Rusya Emperyalist midir? – Güneş Gümüş

Ukrayna’daki savaş herkesin beklentilerini aşarak öyle boyutlandı ki şimdilerde tüm dünya savaşın ateşini hissediyor. Emperyalist aşırılıklar çağına geri mi dönüyoruz? Putin koca Ukrayna’yı işgale soyunurken Batılı emperyalistler bunun bedelini Rusya’ya ödetmek için oynayabilecekleri bir sürü kartı aynı anda masaya sürüyorlar. Rusya bir yandan Ukrayna içlerindeki ilerleyişini hızlandırmak için zaman karşı yarışırken diğer yandan NATO’ya nükleer kartını hatırlatıyor.

Liberal demokrasi zokasını yutmuş bazı şaşkınlar “2022 yılındayız, olacak şey mi” diyedursun emperyalizmin savaş güdümlü doğası, kendisini, dünyayı sarsan 2008 krizi sonrası tekrar tekrar göstermeye devam edecek.

Küresel kriz ortamında, yani kar aslanın ağzında oldukça dünya daha istikrarsız bir yer. Pazar için, büyük ekonomik avantajlar sağlayan dünya emperyalizmin tepesinde kalmak için, teknolojik gelişmeler için, ganimete dönüşen enerji kaynakları için vb. rekabet kızışacak, kimi zaman savaşlara uzanan gerilimler daha sık yaşanacak ve daha tehlikeli biçimlere bürünecek.

Küresel gerilimlerin merkezinde bugün aslen ABD ile birlikte Rusya ve Çin var. ABD, Biden döneminde stratejik önceliğini tekrar Pasifik bölgesi olarak ilan etti bile. Çin’in ekonomik, bilimsel ve askeri atılımları ABD’nin dünyanın tek süper gücü olma konumunu hızla aşındırıyor. Diğer taraftan son 25 yıldır askeri ve ekonomik açılardan toparlanan Rusya ABD’nin güçlerini Asya Pasifik bölgesine kaydırmasından istifade ederek sadece eski SSCB coğrafyasına değil Ortadoğu’ya da güçlü bir şekilde geri dönüyor.

Dünya emperyalizm hiyerarşisinde köklü değişiklikler olurken Türkiye’de ve dünyada Çin ve Rusya’nın “emperyalizm dışı”, “yarı sömürge”, “çevre” ülkeler olduğunu anlatan akıl almaz emperyalizm analizleri yapılıyor. Son savaşta ve gelecek gerilimlerde devrimci tutum alabilmek için emperyalizmi doğru kavramak ve Çin ile Rusya’nın emperyalist olup olmadığına yanıt soruya doğru cevaplar vermek zorundayız.

Emperyalizmi Tanımlamak

Emperyalizm basitçe küresel bir hükmetme düzeni olarak anlaşılıyor. Evet de tarih boyunca büyük güçler/devletler/imparatorluklar küçüklerine hükmetti; ama emperyalizmi tarihin belirli bir aşamasında doğuran ve ona farklı kılan bazı özellikler var.

Emperyalizm kavramına bugünkü içeriğini kazandıran Lenin, Buharin gibi devrimci teorisyenler; emperyalizmi, o ya da bu devletin dış politikası, sermaye sınıfının fraksiyonlarından birinin (mali sermayenin) siyaseti, fetih politikası ya da sömürgecilik ile eş tutmadı. Emperyalizmin kapitalizmle bağını kuran Lenin açısından emperyalizm, kapitalizmin gelmiş olduğu en üst aşamayı, kapitalizmin tekellerin hakimiyetinde küresel bir sisteme dönüşmesini ifade ediyordu. Lenin, emperyalizmi, kapitalizmin tekelci evresi olarak nitelendirdi. Bu evre, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin tamamlandığını, kapitalizmin Avrupa’nın bir bölgesinde hüküm süren bir sistem olmaktan çıkıp bir dünya sistemi haline geldiğine de işaret ediyordu.

Emperyalizm, kapitalist üretim biçiminin yarattığı çelişkili bir gelişim sürecine dayanıyordu. Bir yanda sermaye ulusal bir zemine basıyordu; ulus-devlet, sınıf içi ve sınıflar arası rekabette sermayenin genel çıkarlarının koruyucusuydu. Diğer yanda ise sermayelerin uğruna rekabet ettiği pazar küresel bir niteliğe sahipti.

Emperyalizm, kendi sermayesinin en genel çıkarlarını korumak-kollamak adına hareket eden ulus-devletlerin uluslararası ekonomik ve jeopolitik rekabet sistemini ifade ediyordu. Buradaki jeopolitik rekabet de kapitalist üretim ilişkilerinin ruhuna tabiydi; toprak ve nüfuz için rekabetin gerisinde enerji kaynakları üzerindeki hakimiyeti ve bölgesel-küresel hegemonyanın getirdiği ekonomik avantajları elde etme amacı vardı. Emperyalist rekabet, ekonomik olduğu kadar askeri ve siyasal bir biçim alıyor; eninde sonunda da savaşlara kadar uzanıyordu.

Emperyalizm konusunu ele alırken eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının burada da işlediğine vurgu yapmak gerekir. Ülkeler askeri, ekonomik ya da siyasal olarak eşitsiz sekilde gelişiyordu. Bu eşitsizlik sadece en gelişmişlerle geride kalanlar arasında değil, emperyalizmin ağababalarının arasında da mevcuttu. Lenin, emperyalizmi hiyerarşik bir dünya sistemi olarak kavramış; dönemin Büyük Güçlerinin bile kendi içinde denk olmadığını düşünerek onları hiyerarşik bir sıraya koymuştu: “1- Üç şef (tamamen bağımsız): Büyük Britanya, Almanya, ABD; 2- İkinciler: Fransa, Rusya, Japonya; 3- İtalya, Avusturya-Macaristan.” (“Emperyalizm Üzerine Defterler”) Bileşik gelişim meselesi ise dünya çapında elde edilen teknik ilerlemenin geriden gelenler tarafından doğrudan alınıp sıçrama için bir araca dönüşmesi – bakınız ABD ve Japonya – ya da emperyalist hiyerarşide bir gücün ilerlemesinin/gerilemesinin sadece kendi dinamiklerinin değil diğer küresel güçlerinin durumuna da bağlı olması gibi örneklendirilebilir.

Çin ve Rusya Emperyalist mi?

Bugünün en dikkat çekici soruları şunlar: Çin ve Rusya’yı emperyalist hiyerarşide nasıl konumlandırmalı? Ya da Rusya ve Çin’i konumlandırırken hangi kriterleri referans almalı?

Emperyalizm analizi söz konusu olunca sol içinde en çok başvurulan teori haliyle Lenin oluyor; ama Lenin’in teorisinin canını okuyarak. Sanırsınız Lenin’in Emperyalizm kitabı kutsal kitap; içinde değişmesi bile düşünülemez dualar yazıyor. Karşımıza geçip mırıldanmaya başlıyorlar: “Nerede sermaye ihracı?”

Marksizm adına formüller peşinde koşan mekanik kafalı teorisyenciklere hiç ihtiyacımız yok. Marksizmin dünyayı kavrarken kullanıldığı diyalektik yöntem, bir olguyu incelerken, onu ortaya çıktığı koşullarla birlikte ve gelişimini gözeterek ele alır. Olguları içinde şekillendiği bütünden, onu yaratan ilişkilerden ve çelişkilerinden kopararak dondurmak diyalektik yöntemin reddi olacaktır. Lenin’in emperyalizm teorisine de bu gözle bakmak; emperyalizmi yaratan ilişkileri ve bugün aldığı biçimleri ele almak gerekir. Yoksa zamanında Lenin, emperyalizmin Marksist analizini yaparken geliştirdiği maddeleri, teorinin ruhunu bir kenara atıp bir amentüye dönüştürürsünüz. Bir gücün emperyalist olup olmadığını anlamak için “sermaye ihracı” verisine sarılır; Lenin’in en çok mücadele ettiği ekonomistlerin güncel bir versiyonu oluverirsiniz. Oysa ki Lenin ve Bolşeviklerin emperyalist olarak nitelediği Çarlık Rusyası’nın 1881-1914 arasında net sermaye ihracı yoktu. Rusya’nın Batılı emperyalist ülkelerden aldığı yabancı yatırım Rusya’nın yurtdışı yatırımlarından oldukça fazlaydı. Rusya, yurtdışına dikkate değer miktarda yatırım yapacak yeterlilikte değildi, emperyalist rakiplerine göre çok geri kalmıştı. Yine Lenin’in emperyalist olarak nitelediği İtalya, Avusturya-Macaristan ve Japonya’nın ya sermaye ihracı son sınırlıydı ya da net sermaye ihracı hiç yoktu. Ama Lenin, emperyalizmi, sermaye ihracı hacmine indirgemediği için bu ülkeleri emperyalist olarak görmekte beis görmemişti. Lenin açısından emperyalizm aslen tekelci kapitalizm çağının başlaması; bu gelişmenin sonucunda da savaşları beraberinde getiren ekonomik ve jeopolitik bir rekabet düzeninin ortaya çıkışıydı.

Bugün Lenin’in emperyalizm kavrayışının izinden gitmek, ülkeleri emperyalist hiyerarşide konumlandırırken tek bir ekonomik kritere takılıp kalmadan küresel ülkeler hiyerarşisinde ekonomik, politik ve askeri konumun toplamına bakarak bir analiz gerçekleştirmeyi gerektirir.

Çin’in Konumu

2008 krizi sonrasında sıçramalı bir gelişim sergileyen, sanayi üretimi açısından ABD’yi sollayan Çin’i hala “yarı-sömürge” vb. olarak niteleyenleri anlamak mümkün değilse de argümanlarına yanıtlar verelim. Çin’i “çevre”, “yarı-sömürge” ya da “emperyalist olmayan” bir ülke olarak niteleyenlerin öne çıkan üç argümanı var. Birincisi Çin’in aslen meta ihracı yaptığı; sermaye ihracının olmadığı iddiası. Diğeri ise Çin’deki ekonomik gelişmeden aslen üretimlerini orada gerçekleştiren çokuluslu şirketlerin kazançlı çıktığı; süper karların bu çokuluslu şirketlerin anavatanları olan Batı’ya taşındığı argümanı. Son argüman ise artık savunulamaz hale geldiği için terk edilmeye başlandı. Çin’in emek yoğun üretim yaptığı, patent-teknoloji gibi alanlarda Batı ile aşık atacak güçte olmadığı iddiası.

Sermaye ihracı meselesiyle başlarsak; sermaye ihracının iki temel biçimi olduğunu söyleyebiliriz: üretken sermayenin ihracı ve borç sermayesinin ihracı.

Çin’in meta ihracı merkezli bir ekonomisinin olduğunu iddia edenlere verilecek en dikkate değer yanıt 2050’de tamamlanması planlanan “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi olsa gerek. Bu proje kapsamında onlarca ülkeye yapılacak altyapı yatırımları için 100 trilyon dolar harcanacağı düşünülüyor. Çin, 2013’ten beri devam eden program çerçevesinde Afrika ve Orta Asya’daki birçok ülke dahil olmak üzere yaklaşık 163 ülkede yollar, köprüler, limanlar ve hastaneler inşa etmek için trilyonlarca dolarlık yatırım yaptı. Çin, Kuşak ve Yol Projesi’nin 2013’teki ilanından bu yana 70’den fazla ülkeye 1590 proje kapsamında 1.9 trilyon dolar civarında borç verdi; borcunu ödeyemeyenlerin altyapı tesislerine el konuldu. Yok “bu limanlar sermaye ihracı sayılmaz, Çin’in metalarını satmaya hizmet ediyor” gibi akla takla attıran yorumları es geçersek her türlü hizmetin paralı hale geldiği neoliberalizm çağında hastanedir, köprüdür elbetteki birer meta üretim merkezidir. Bu yatırımlar da doğrudan yabancı yatırım diye de anılan üretken sermaye ihracıdır.

Gelelim borç sermayesinin ihracına. Dünyanın en büyük 10 bankasının ilk dördünün Çin’e ait olduğunu söylesek yeterli bizce. Çin’in 1 trilyon dolardan fazla bir hacimle Japonya’dan sonra en çok ABD tahviline sahip ülke olduğunu da ekleyelim. Çin, dünyada borç veren ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Düşük ve orta gelirli ülkelere verdiği krediler son 10 yılda 3 katına çıkarak, 2020 sonunda 170 milyar dolara ulaştı.

Gelelim Çin’in sanayi üretiminin yarattığı karları çok uluslu şirketlerin süpürdüğü meselesine. 2020 yılında dünya sanayi üretiminin yaklaşık üçte birini Çin yapıyordu. ABD onun neredeyse yarı kapasitesiyle sanayi üretimi gerçekleştiriyor. Bu üretim kapasitesindeki bir ülkede “süper-karlar aslında Batı’ya aktarılıyor” argümanı baştan çürük aslında ama yine verilere bakalım. Bir, dünyanın en büyük şirketleri listesinde Çinli şirketlerin ciddi ağırlığa var. İki, neredeyse tamamı birinci kuşak zenginlerden oluşan Çinli dolar milyarderleri dünyanın en zenginleri olmuş durumda. 2021 tarihli Hurun Küresel Zengin Listesi’ne göre dünyanın en zenginlerinin üçte biri Çinli. Çin, bir süredir dünyanın ucuz emek cenneti olmaktan çıktı. Mücadeleler sonucunda Çinli emekçilerin ücretleri yükseldi. Bunun sonucunda da emek yoğun sektörler daha ucuz işgücü için Doğu Asya’nın diğer ülkelerine doğru kaydı bile. Çinli emekçilerin yarattığı büyük zenginlik ise verilerden de görüldüğü gibi aslen Çin sermayesinin kasasına akıyor.

Gelelim son argümana; teknolojik rekabette geriliğe. Çin’in ağırlıkla emek yoğun üretim merkezi olmasının üstünden çok sular aktı. Çin, ABD’yi tedirgin edecek ölçüde bazı teknolojik alanlarda ilerlemiş durumda: klonlama, yarı iletkenler, quantum, yapay zeka, robotik gibi. 5-G teknolojisinde ilerlemiş Huawei, ABD’nin canını çok sıkmış olmalı ki ABD talebiyle şirketin üst düzey yöneticisi Kanada’da tutuklandı; Huawei şirketi Avustralya ve İngiltere’de yasaklatıldı. Çin’in yüksek teknoloji alanındaki durumunu anlamak için küresel endüstriyel robot üretiminde Çin’in payının 2010’da %3,2 iken 2020’de %31’e çıkması bile yeterince fikir vermektedir.

Çin, ekonomik alandaki başarısını artan küresel gerilimler ortamında askeri güçle de tamamlama derdine düştü. Çin’in başına Şi Cinping’in geçmesi sonrasında Çin dış politikası giderek sertleşmişti. Bu çerçevede özellikle donanma güçlerine büyük yatırım yaptılar ve askeri harcamaları 250 milyar dolara kadar çıktı. Ancak ABD hala dünyanın en büyük askeri gücü. Tek başına dünyadaki askeri harcamaların yaklaşık yüzde 40’ını yapıyor; 800 milyar dolar gibi bir bütçeyi askeri gücünü koruyup genişletmeye ayırıyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde 800 tane ABD askeri üssü var. Çin açısından bu sayı 2-3 ile sınırlı. Dolayısıyla Çin’in askeri güç açısından ABD’yi yakalamasına zaman var. Bu süreçte de ABD, askeri ve siyasal gücünün etkisiyle Çin’in büyümesini yavaşlatma ve rakibinin ilerleyişine ket vurma peşinde. Bunun için de Asya Pasifik’te Tayvan, Japonya, G.Kore, Vietnam, Filipinler ve hatta Çin’in en büyük ticari partnerlerinden Avustralya ile Çin karşıtı bir blok kurma yoluna gidiyor.

Rusya’nın Konumu

Rusya’nın konumunu doğru değerlendirebilmek için emperyalist hiyerarşide bu ülkenin ekonomik, askeri ve siyasal gücünü birlikte ele almak gerektiğini söyleyerek başlayalım. Rusya, askeri endüstri olarak ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük gücü. Rusya dünya silah ihracatının %20’sini gerçekleştiriyor. ABD’nin %37’lik payı sonrasında geri kalan devletleri katlayan, devasa bir gücü ifade ediyor Rusya’nın silah ihracatı. Bugün Ukrayna işgalinde Batı’nın büyük yaygara koparırken askeri olarak geri durmak istemesi boşuna değil. ABD açıkça söyledi bile; bu savaşta Rusya ile NATO’nun sıcak çatışmaya girmesi Üçüncü Dünya Savaşı anlamına gelecektir diye. Yeni dünya savaşının tarafları dün olduğu gibi bugün de emperyalist ülkeler olacağına göre ABD, nükleer silahlara sahip Rusya ile sıcak çatışmaya girmek yerine onu Ukrayna bataklığında zayıflatmak isteyecektir.

Rusya, 1991’de Doğu Bloku’nun yıkılması sonrasında bir ekonomik çöküntü yaşadı. 1989-1998 arası dönemde üretim %45 düşmüştü. Neoliberal politikalarla serbest piyasa kapitalizmine hızlı geçiş ülke kaynaklarının yağmalanmasına, ekonomik çöküntüye ve halkın yoksulluğunun hızlanmasına yol açmıştı.

Rusya’nın ekonomik olarak toparlanması 2000’de petrol fiyatlarının yeniden yükselişe geçmesiyle mümkün oldu. Oysa 1986’dan 1999’a kadar petrol varil fiyatları 10-20 dolar düzeyinde dalgalanmıştı. Ama tam da Putin’in sürpriz şekilde Kremlin’e çıktığı yıllarda petrol fiyatları birkaç yıl içerisinde 50 ve ardından 100 dolar seviyelerine yükseldi. Rus ekonomistlerinin hesaplamalarına göre 1999-2008 arasında Rusya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası %94 büyüdü ve kişi başına düşen milli gelir ikiye katlandı. Rusya ekonomik olarak güçlendikçe askeri teknolojisini modernleştirmeye, ekonomik faaliyetleri çeşitlendirmeye ve eski SSCB coğrafyasındaki nüfuzunu pekiştirmeye yöneldi.

Rusya, dünyanın önde gelen petrol ve doğalgaz üreticilerinden biri ve küresel ölçekte çelik ve birincil alüminyum gibi metallerin en büyük ihracatçısı durumunda. Rusya’nın elinde devasa enerji gelirleri ve çok güçlü doğalgaz boru hattı ağı var. Rusya, 80 milyar varillik gücüyle dünya ham petrol rezervlerinde sekizinci sırada. Fiili üretim açısındansa günlük 100 milyon varillik üretimiyle ikinci sırada duruyor. Rusya, ispatlanmış 48 trilyon metreküp doğalgaz rezerviyle dünya birincisi kabul ediliyor ve yıllık yaklaşık 665 milyar metreküplük doğalgaz üretiminin üçte birini ihraç ediyor. Rusya, ham petrolün yanı sıra doğalgazın satışıyla, yıllık ihracattan 380 milyar dolarlık bir gelir elde ediyor. Dolayısıyla bu enerji zenginliği Rusya’daki hakim tekelci sermaye sınıfı ve liderleri Putin’i ABD ve ortaklarının ekonomik ambargo ve yaptırımlarına karşı dayanıklı hale getiriyor.

Rusya’daki yönetici sınıfın yapısını iyi anlamak da önemli. Stalinist elitler SSCB yıkıldıktan sonra kurulan yeni kurulan rejimde köşe taşlarını tuttular. Bürokratlığa devam edenler dışında kapitalist olanlar, politikaya soyunanlar, mafya liderlerine dönüşenler… SSCB dağıldığında diğer ülkelerden farklı olarak Rusya’da yapılan özelleştirmelerin hemen hemen hiçbiri yabancılara verilmedi. Çoğu SSCB döneminin elitleri olan, dolayısıyla gerekli bağlantılara sahip fırsatçılar bir anda süper zenginler haline geldiler. Bu türedi süper zenginler, oligarklar, 1990’larda elde ettikleri güçle hatırı sayılır bir siyasi etkiye de sahipti, ama Putin güçlendikçe bu tekelci sermaye elitlerini ya tasfiye etti ya da onları işbirliğine zorladı. Böylelikle tekelci sermaye ile devletin, mafyatik ilişkiler ağı içinde, iç içe geçtiği bir süreç yaşandı.

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) hesaplarına göre “2017 sonunda Rusya’daki 15 en büyük çok uluslu girişimi (büyük devlet bankaları olan VTB ve Sberbank hariç olmak üzere) ülkenin dışa doğru yabancı yatırımının %28’ini” gerçekleştiriyor.

Bu listede devletin sahip olduğu şirketlerin belirleyici ağırlığı olsa da 15 şirketin 9’u özel sektöre ait. 2017 yılında Rusya’da finans sektör dışındaki bu 15 çokuluslu şirketin dördü metalurji, dördü petrol ve doğalgaz, ikisi taşımacılık, biri kimya ve biri nükleer enerji alanında faaliyet gösteriyor.

Rusya ekonomisi aslen Rus tekelci sermayesi tarafından kontrol ediliyor. Ülkede, Doğu Bloku’nun yıkılması sonrasında başlayan özelleştirmeleri eski yönetici sınıf artıkları aldı. Enerji sektöründeki devlet-sermaye ortaklığına dayanan devasa şirketler de oligarkları besleyen ikinci bir kaynak. 2021 sonunda ülkede Rus, yabancı ve ortak girişimlerin yatırım oranları sırasıyla şöyleydi: 86.3%, 7.3% ve 6.4%. Bankacılık sisteminde yabancı bankaların payı 2014’te %23’ten 2018’de %14’e geriledi. Ki bu yabancı bankaların %11’i de yurtiçi yerleşikler tarafından kontrol ediliyor.

Ülke, zengin doğal kaynaklardan elde ettiği kazanç sayesinde ve yaptırımlar karşısında ekonomik kırılganlık yaratmamak için uluslararası bir emperyalist kuruluşa dikkate değer bir borca sahip değil. Kamu borcu da Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası’nın %18’i ile sınırlı. Ekonomik direnci artırmak adına ülkenin döviz rezervi de 630 milyar dolar ile 2021 itibariyle dünyanın en büyük beşinci büyük rezerv miktarını oluşturuyordu.

Ekonominin belkemiğini enerji endüstrisinin olduğu Rusya’da milli gelir 1,7 trilyon dolar civarında ve bu miktarla dünya hasılasının yüzde 2’sini üretiyor. “Forbes Global 2000” listesine göre dünyanın en büyük 100 şirket içinde Almanya’nın 10, Fransa’nın 4, İngiltere’nin 3, Rusya’nın 2 şirketi var.
Dünyanın en büyük güçlerini ülke ekonomilerinin büyüklüğünü ifade eden Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GDP) açısından sıralarsak 11. ülke olarak karşımıza çıkıyor.

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla sıralamasını satın alma gücü paritesine göre (farklı ülkelerin mevcut para birimlerini mal ve hizmetler sepetinin değeriyle karşılaştıracak şekilde) düzenlediğimizde Rusya 6. ekonomiye yükseliyor.

Sonuç

Emperyalist hiyerarşinin, çelişkilerin ve kamplaşmaların durağan değil değişken olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. 1990’larda ABD tek süper güç olarak gücünün ve liderlik kapasitesinin zirvesindeydi. Ama aradan geçen 30 yılda köprünün altından çok sular aktı. Çin, ekonomik atılımını hızlandırarak sürdürdü ve ABD emperyalizminin tahtını emin adımlarla sallıyor. ABD de bu yüzden esas ağırlığını Doğu Asya’ya vermek istiyor, çünkü her yeri domine edecek ekonomik ve askeri gücü ve bu arada oyun kurucu politik liderliği yok. Bu yüzden ABD geçmişteki ağırlık noktası Ortadoğu’yu adım adım terk ediyor. Libya’ya, Yemen’e ve Suriye’ye karışmadı, Afganistan’ı utanç içerisinde terk etti ve Irak’tan çıkmaya çalışıyor… Bu boşluğu ise yerel güçler (İran, Türkiye, İsrail) ile yeniden büyük güç olmak isteyen Rusya doldurdu. Eski SSCB nüfuz bölgesi Suriye’ye damgasını vurdu, Lazkiye’deki üslerini güçlendirdi ve Şam rejiminden bir sürü imtiyaz kopardı. Ardından Libya’ya askeri müdahalede bulundu.

Daha öncesinde ise (2008) Rusya Batı’nın ipiyle kuyuya inen Gürcistan’ı perişan etmişti. Putin güçlendikçe Çarlık dönemi emperyal ideolojiyi de sürekli canlandırmaya çalıştı. Bir yandan Lenin’i mahkum edip SSCB’nin Stalinist mirasını sahipleniyor, diğer yandan Çarlık mirasını, emperyal geleneğini ve bu arada Ortodoks Kilisesini güçlendiriyor.

Elbette meselenin diğer tarafında da bloklaşma çabaları var. Rusya, Çin ile birlikte Avrasyacılığın mimarı durumunda. Bu elbette sorunlu, tarafların birbirlerine güvenmediği bir birlik olsa da ABD basıncı bu iki büyük birbirine yakınlaştırıyor.

Rusya, Çarlık döneminin sınırlarını kendi doğal sınırları kabul ettiğinden bu sınırlar dahilindeki ülkelere yönelik sürekli bir müdahale çabası içinde. Kazakistan’daki halk isyanını bastırmaya askeri güç gönderiyor; Azerbaycan-Ermenistan savaşı sonrasında barış gücü olarak bölgeye yerleşiyor; Doğu Avrupa ülkelerinde yönetimlerin Rus yanlısı olması için her türlü müdahalede bulunuyor; Kırım’ı işgal ediyor… Yani ortada sadece hayaller yok. Hayal kurması kolay tabi; herkes hayal kurar. Belirleyici olan harekete geçme, uluslararası siyaseti şekillendirme gücüdür. Rusya, devletler arası ilişkilerde askeri, politik, ekonomik gücüyle oyun kurucu olmak için müdahalelerde bulunuyor; kendinden küçüklere hükmetme hamleleri yapıyor ve kendi dişine göre olanlarla ekonomik-jeopolitik rekabet yürütüyor.

Rusya’nın ekonomik gücünü ABD ile mukayese ederseniz tabi ki yaya kalır. Ama bugün Rusya, emperyalist ülkeler olarak değerlendirilen ülkelerin bir kısmından daha büyük bir ekonomiye sahip. Rusya’nın askeri, politik gücüyle yerli tekellerin hakimiyetindeki ekonomisinin kapasitesini birlikte değerlendirdiğimizde Rusya’nın emperyalist bir ülke olduğu su götürmez bir gerçek oluyor. Yapılması gereken de bu: küresel bir ekonomik, jeopolitik rekabet sistemi içinde ABD’nin önderlik ettiği Nato’ya bugün kafa tutan, bu kafa tutuşun ekonomik gücüne sahip olan Rusya ve dünya ekonomisinin motoru haline gelmiş, jeopolitik rekabette sertleşen Çin’in yerini kavramak.

Yazıyı bugün anti-emperyalist politikaya dair önemli bir vurguyla bitirelim. Rusya ve Çin cephesiyle Nato arasında gelişen/gelişebilecek gerilim ve çatışmalarda bu iki kamptan birini tutmak devrimcilerin işi olamaz. Rusya’ya ve Çin’e bir çeşit ilericilik atfetmek, sosyalistlerin tüm eşitlik ve özgürlük çağrılarını anlamsız kılar. Nato karşısında bugün Rusya’yı tutmak tam da bu anlama gelecektir. Avrasyacı kampa davet edenler buyursunlar Perinçek’in yanına geçsinler. Kendi egemen sınıfımız Natocu olduğu için bizler kesinliklikle Nato’yu ve Natocuları en sert şekilde eleştirecek ve onlara karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Ama bu Avrasyacı olacağımız anlamına gelmez. Devrimci sosyalistlerin emperyalist güçlerden birini diğeri karşı savunmak gibi bir tavrı olamaz.