İran’da cumhurbaşkanlığı seçimlerini beklenildiği üzere Hamaney’in desteklediği Yargı Erki Başkanı, muhafazakar aday İbrahim Reisi kazandı. Beklenildiği üzere diyoruz, çünkü İran’da seçim mekanizması rejimin sürekliliğini ve güvenliğini koruyacak şekilde çok az sürprize yer bırakıyor. Bu seçimlere gelinirken de adayların rejime bağlılıklarını kontrol ve gerektiğinde adaylıklarını veto etme yetkisi bulunan Anayasayı Koruma Konseyi reformist ve ılımlı muhafazakar isimlerin üzerini çizmişti. Hatta seçim öncesinde adaylık için 592 kişi başvurmuş, Konsey tarafından bunlardan sadece 7’sine adaylık hakkı tanınmıştı.
Aday olmak isteyenler içerisinde yer alan kimi figürlerin veto edilmesi ise rejimin yeni dönemdeki yönelimini anlayabilmek açısından ipuçları taşıyor: Ruhani’nin birinci yardımcısı İshak Cihangiri, eski Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad, eski Meclis Başkanı Ali Laricani. Üçü de geçmişlerinde rejime sadakatle hizmet etmiş, rejimin tepe noktalarında görev almış isimler. Fakat, dini lider Hamaney ve rejimin emniyet subapları olan Devrim Muhafızları ve Anayasayı Koruma Konseyi gibi organların Reisi üzerinde uzlaşmaları ve onun seçilme ihtimalini şansa bırakmayacak şekilde organize etmelerinin sebepleri arasında öne çıkan noktalardan birisi, Reisi’nin Hamaney sonrası dönemde dini lider adayı olarak öne çıkmasıdır. Devrimden sonra rejimin yargı bürokrasisinde önemli görevler üstlenen Reisi siyasi profili düşük bir isim olarak öne çıkıyor ve 2017 yılında gerçekleşen seçimlerde Hasan Ruhani karşısında başarısız olmuştu. Bugünse cumhurbaşkanlığı görevi Reisi için dini liderliğe giden yolda bir tür “staj” süreci olarak görülüyor.
Bugüne kadar idamlarla, işkencelerle, cezaevleriyle fazlasıyla sınanan İranlı devrimci, muhalif kitleler açısından Reisi tarihte açtığı kanlı sayfalarla adı sıkça anılacak bir isim. Zira 1988 yılında İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinin ardından yaklaşık otuz bin kişinin cezaevlerinde katledildiği vahşetin organizatörlerinden birisiydi. 1989 yılında Hamaney’in dini lider olmasıyla birlikte Reisi rejimin yargı aparatında kilit figürlerden birisi oldu ve kariyer basamaklarını tırmandı. Kasım 2018’de gerçekleşen eylemlerin ardından verilen idam kararlarında da yine Reisi’nin adı ön plana çıkıyor.
Adayların belirlenmesi süreci rejim muhalefetinde de seçimlere katılım konusunu tartışmalı hale getirmişti. Eski cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ev hapsinde bulunan Mir Hüseyin Musavi ve reform yanlısı kanat boykot çağrısında bulunmuştu. Seçimlere katılım oranında bu durumun etkisi kendisini gösterdi. Katılımın % 48,8 olarak gerçekleştiği seçim, 79 Devrimi’nden bu yana gerçekleşen en düşük katılıma sahne oldu.
Özellikle uluslararası yaptırımlar nedeniyle geçtiğimiz yıllarda iyice derinleşen ekonomik kriz, Molla rejiminin mücadele etmekte başarısız kaldığı Covid-19 pandemisinin bu kriz üzerindeki çarpan etkisi, rejim içerisindeki yolsuzlukların ayyuka çıkması ve rejimin düzen sınırları içinde bile olsa en ufak bir değişim isteğini büyük bir şiddetle ezmesi Molla rejimini derin bir meşruiyet krizinin içerisine itmişti. Geçmiş yıllarda irili ufaklı pek çok eylem sadece emekçi sınıfların ve gençliğin değil, rejime yakınlığıyla bilinen küçük burjuva, muhafazakar katmanların da hoşnutsuzluklarını dışa vursa da bu durum toplumsal bir patlamaya evrilememişti. Fakat seçimlere katılımın düşüklüğü bu hoşnutsuzluğun ölçüsü hakkında bir fikir veriyor. Rejime muhalif olan kesimlerde her şeyin önceden belirlendiğine dair oluşan hissiyat ve sandığa gitmenin anlamsız hale gelmesi sandığa da büyük ölçüde yansımış oldu. Hamaney’in seçimler yaklaşırken katılımı artırmaya ve muhalefetten gelen boykot çağrılarını kırmaya yönelik hamleleri de etki yaratmadı.
Molla rejimi bugüne dek, elbette rejime itaati de göz önünde bulundurarak, farklı siyasal çizgilerdeki adayların yarışmasına müsade ediyordu. Seçim süreçlerinde reformist ve muhafazakar adaylar arasında salınan bir terazi üzerinde politik eğilimler dengede tutulmaya gayret ediliyordu. 2009 seçimlerinde olduğu üzere bu hassas denge bozulduğunda yine zor aygıtı devreye sokularak terazi dengeye sokuluyordu. Ancak gelinen nokta Molla rejiminin sandıkta göstermelik bile olsa meşruiyetini teyit etme gibi bir ihtiyaç hissetmediğini gösteriyor. Bu rejim açısından bu seçimlerde öne çıkan en kayda değer nokta olabilir. Bu durum rejimden değişim beklentisi olan reformistlere yakın katmanların daha radikal seçeneklere yönelmekten başka şansı olmadığını gösteriyor. Ekonomik krizle birlikte derin bir yoksulluğun içine itilen yoksul emekçi sınıflar ve değişim arayan gençlik için zaten uzun yıllardır sokak dışında bir seçenek öne çıkmıyordu. 2019 ve 2020 yılında gerçekleşen radikal eylemlerde emekçi sınıflar hem Molla rejiminin yıllardır üzerine oturduğu mezhepsel ayrımları paramparça etmiş hem de reformistlerle aralarına kalın bir çizgi çekmişlerdi.
İran’ın Dış Politikasında Değişim Mümkün mü?
İran’da yaşanan derin ekonomik krizde 2018 yılında Trump’ın nükleer müzakereleri bitirmesinin ardından başlattığı yaptırımların etkisi yadsınamaz. Ülkenin en önemli gelir kaynağı olan petrol ihracatı 2018 yılındaki 2 milyon 800 bin varil seviyesinden 2020’nin bazı aylarında 200 bin varile kadar geriledi. Bu dönemde İran riyali neredeyse % 70 değer kaybederken; enflasyon bu yılın Nisan ayına gelindiğinde neredeyse % 50’lere ulaşmış durumdaydı. Rejim ekonomik kriz dolayısıyla çeşitli sübvansiyonları iptal ederken; yaptırımlar ülkenin özellikle Covid-19 pandemisiyle mücadelesine büyük bir darbe vurmuştu. Bu süreç ılımlı bir figür olarak görülen Ruhani’nin ikinci döneminde tarihin en başarısız cumhurbaşkanı olarak nitelenmesine yol açmıştı.
Molla rejimi açısından dış politikayı iç politikayla ilişkilendiren nokta burası. Zira ekonomik krize karşı çözüm bulunamadığı müddetçe toplumsal patlamanın maddi zemini ülkenin hemen her bölgesinde yoğunlaşıyor. Buna rejime bugüne kadar sadakatle bağlanmış çeşitli küçük burjuva muhafazakar katmanlar da dahil.
Reisi döneminde içerdeki kriz karşısında nefes alabilmek adına kısmi adımları görmemiz mümkün. Nitekim Reisi seçimi kazanmasının ardından dile getirdiği “İşe, İsrail hariç tüm ülkelerle ilişki kurarak başlayacağız…” ifadesiyle dış politikadaya dair ilk tavrını ortaya koymuş oldu. Fakat rejimin dış politikasının büyük ölçüde dini lider Hamaney ve müesses nizamın bir diğer önemli bileşeni olan Devrim Muhafızları tarafından sınırları ve hedefleri belirlenen bir süreç olduğu unutulmamalı.
Mayıs ayında yaşanan ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in merkezinde yer aldığı ses kaydı skandalı, Devrim Muhafızları’nın dış politikada dominant bir tavır sergilemesinin rejim içerisinde çatlaklara neden olduğunu göstermişti. Zarif, reformist iktisatçı ve Şehid Beheşti Üniversitesi hocası Dr. Said Leylaz ile yaptığı 7 saatlik söyleşinin basına sızan üç saatlik bölümünde 3 Ocak 2020’de ABD tarafından bombalı saldırıda öldürülen Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi nükleer müzakereleri sabote etmekle suçlamış ve dış politikada kendi insiyatifini çiğnediği için eleştirmişti. Hatta, Zarif Şubat 2019’da Beşar Esad’ın Süleymani’nin insiyatifiyle gerçekleştirdiği Tahran ziyaretinden haberdar edilmediği ve görüşmelerde yer almadığı gerekçesiyle istifa etmiş; fakat istifası Ruhani tarafından kabul görmemişti.
Reisi döneminde ülkenin dış politikasında etkisinin zayıf olacağını ve bu çatlakları daha az göreceğimizi söyleyebilmek mümkün. Detaylarda oluşabilecek ufak farklılıklar ise Reisi’nin görev sürecinde yanına kimleri alacağına bağlı olacaktır.
İranlı Emekçiler, Gençler, Kadınlar ve Ezilenler İçin Mücadele Dışında Bir Seçenek Yok!
İran’ın türlü yolsuzluk ve pisliğin içine gömülmüş, toplumsal meşruiyeti dibe vurmuş Molla rejimi bugüne kadar içindeki politik ayrışmaların sistem için ciddi bir soruna dönüşmesine engel olmayı başardı. Fakat rejimin başaramadığı ve başarmasının da mümkün görünmediği bir konu varsa o da yoksul emekçi sınıfların, gençliğin, kadınların, ezilen halkların geniş kesimlerinin rızasını kazanabilmektir. İran’da yoksulluğa ve sefalete itilen herkes, rejimin en tepesinden en altına kadar geniş bir yolsuzluk ağının örüldüğünü görüyor.
Ülkenin devasa petrol gelirlerine rağmen zenginleşenler sadece rejimin muktedirleri. Son birkaç yılda da gördüğümüz üzere rejimin emekçi sınıflara vaad edebilecekleri derin bir sefaletle ve baskıyla sınırlı. Dolayısıyla İran’da yol ayrımını belirleyecek olan şey rejimin tercihlerinden de önce emekçi sınıfların bu durumun sürmesine ne kadar izin verecekleri olacak.
İranlı emekçilerin önündeki en önemli engel bugüne kadar yerel alanlarda oldukça radikalleşebilen sınıf mücadelesini ulusal ölçekte birleştirebilecek emekçi sınıfların yoğun enerjisini bir iktidar perspektifiyle donatabilecek devrimci bir öncüden yoksun olmasıdır. Sürekli Devrim perspektifiyle donanmış Bolşevik bir öncünün İran topraklarında kök salması durumunda sadece İran’da değil Ortadoğu’da derin bir sarsıntı yaratması kaçınılmazdır.